Casablanca 1942 – Tekrar Çal Sam!
Kadrosunda Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman gibi dönemin yıldızlarını barındıran ve muhtemelen sinema tarihinin en karizmatik ve akılda kalıcı film isimlerinden birine sahip olan Casablanca, yer yer film Noir çekim tekniklerinin de kullanıldığı Hollywood yapımı bir romantik drama filmidir.
1942 yılında gösterime giren film hem eleştirmenlerden hem de izleyiciden olumlu eleştiriler almış ve takip eden yılın Oscar töreninde En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo dallarında üç heykelciğe sahip olmuştur. Filmin senaryosu esas olarak Murray Burnett ve Joan Allison’un “Everybody comes to Rick’s (Herkes Rick’in yerine gelir)” adlı yayınlanmamış tiyatro oyununa dayanır. Filmin yönetmeni Michael Curtiz, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletlerinde yüz ellinin üzerinde filmde imzası olan bir yönetmendir ancak asıl ününü bu filme borçlu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Birçok klasiğin aksine bu filmin başarısının çekirdeği dünyaca bilinen yönetmen ve senaryo yazarları değildir. Doğru kişileri doğru senaryo ile buluşturan ve bunun üzerine de ön plana ününü sonuna kadar hak eden oyuncuları yerleştiren Warner Bros. Bu işin altındaki gizli formüldür.
Senaryoya bakıldığında Herkes Rick’in yerine gelir cümlesi tam da tüm olan bitenin özeti kıvamındadır aslında. Rick rolünde Humphrey Bogart o kadar doğal bir performans sergiler ki; aktörün özel hayatı hakkında bilgi sahibi olmayan biri muhakkak dışarıda da Rick rolündeki gibi mizaca sahip olduğunu düşünecektir. Bunun yanında Ingrid Bergman ise Ilsa rolü için biçilmiş bir kaftandır adeta. Yakın planda o derin bakışları ile Ilsa’yı gördüğünüz zaman güzelliğine dalıp filmin hikayesini bir an için unutabilmeniz de mümkündür.
Hikaye, İkinci dünya savaşından kaçmaya çalışan Avrupalıların birkaç farklı durağa uğrayarak Lizbon’a gitmeleri ve buradan da yeni dünya olan Amerika’ya iltica etmeleri üzerinedir. Bu duraklardan biri olan Kazablanka, Lizbon’a varmadan önceki son noktadır. Ancak işler tam da bu noktada çetrefilli bir hal alır, zira Fas’ın bir şehri olan Kazablanka Fransız yönetimi altındadır. Esasen Nazi partisi yönetimindeki Almanların işgali karşısında umutsuz bir teslimiyet içerisinde olan Fransa yönetiminin aksine; Kazablanka’nın fransız polis şefi Yüzbaşı Louis Renault Almanlar ile daha çok işbirliği içerisindedir.
Kendisinin deyimiyle O sadece “kirli ve fakir bir polis şefidir”. Tabi ki tüm vizelerin bizzat elinden geçtiği Yüzbaşı Renault göz yumduğu yasadışı faaliyetler ve el altından temin ettiği vizeler sayesinde hiç de fakir değildir. Tüm bu keşmekeşin tam ortasında ise bir Amerikalı olan Rick’in işlettiği “Rick’s Café Américain” adlı kafe yer alır. Burada eski yol arkadaşı Sam’in söylediği şarkılarla birlikte bölgenin en nezih mekanını işletir. Tabi Rick, Yüzbaşı Renault ve diğer yerel otoritelerle kurduğu bağlar sayesinde kafesinde usulsüz vize işlerinin yürümesine olanak sağlar ve kumar oynatır.
Eski bir doğruluk savunucusu olan Rick artık umursamaz, soğuk ve burnu kaf dağında görünen bir işletmecidir ve elbette işleri çok iyi gitmektedir. Buraya kadar hikayenin gidişatı ile ilgili bir fikir edindiğinizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Zira tüm bunlar asıl hikâyenin yalnızca arka planını oluşturuyor. 2002 yılında şimdiye kadar çekilmiş en iyi romantik film seçilen yapım içinde barındırdığı aksiyon, merak duygusu ve tarihi olaylara dayandırdığı entrikalarıyla benim diyen macera filmlerini aratmıyor.
Burada Rick ve mekanının tüm olanlar arasındaki durumu ile ilgili bir parantez açmak lazım. Kazablanka’nın Keanu Reeves’in yer aldığı ve aynı adlı çizgi roman karakterine dayanan 2005 yapımı Constantine filmiyle önemli bir bağı bulunuyor. Constantine filminde yer alan Pope Midnight karakteri birçok açıdan Kazablanka’daki Rick karakterinden esinlenilmiştir. Her ikisi de tüm savaşın ortasında saygın bir bar işletir, savaşan taraflardan herhangi birini tutmaz, bulunduğu bölgede nüfuzludur. Filmin ilerleyen kısımlarında tarafsızlığını bozarak her şeyini riske ederek iyi olan karaktere yardım etmeye karar verir.
Filmin müzikleri daha çok Rick’in mekanında çalışan eski dostu Sam’in (Dooley Wilson) piyano ile çaldığı şarkılara dayanıyor. Görsel anlamda güzel bir farklılık oluşturan bu sahneler, hikayenin çıkmaza girdiği noktalarda diğer sahnelere geçiş aşamasında kullanılan romantik detaylar olarak karşımıza çıkıyor. Filmde yine bunlardan biri olan “Play it again Sam.” repliğinin kullanıldığı sahne o kadar doğal ve duygusaldır ki; sadece bu sözcük bile popüler kültüre ait birçok öğeyi kendi başına etkilemiştir.
Aslında bu sahnede yaygın bilinenin aksine Ilsa tam olarak “Play it again Sam” dememiştir. Bunun yerine “Play it once, Sam”, “Play it, Sam” ve hatta “Sing it, Sam” demektedir. Ancak “Play it again, Sam” sözü filmde asla işitilmemektedir. Ancak belki de Mandela etkisi diyebileceğiniz bir şekilde herkes tarafından replik bu şekilde hatırlanır. Hatta bir Kazablanka parodisi olarak değerlendirebileceğimiz “Play it Again Sam” adında 1972 yapım bir Woody Allen filmi bile bulunmaktadır. Bu repliğin kullanıldığı sahnede çalınan “As time goes by” şarkısı ise 1931 yılında Herman Hupfeld tarafından yazılsa da ününe yine bu film ile kavuşmuştur. İşin gerçeği, şarkıyı dinledikten sonra bu kadar güzel bir şarkının meşhur olmak için nasıl olur da 11 yıl beklediğini anlamak güç oluyor. Ancak tıpkı filmde Ilsa’nın da dediği gibi “Bu şarkıyı hala Sam’den daha güzel söyleyen biri yok”, belki de sebep budur.
Filmin atmosferi özellikle içinde bulunduğumuz bu dönemde daha çok değer kazanıyor.“Savaştan kaçarak umut ve umutsuzluk içinde daha müreffeh ülkelere göç etmeye çalışan insanlar” tanımlaması her ne kadar şimdilerde Orta doğulu insanları tarif etse de, bu tanım bir zamanlar sıkça Avrupalılar için söylenirdi. Şimdilerde yüzüne bakmadıkları o ülkeler bir zamanlar elit Fransızların umuduydu. Daha rahat empati yapabilmeleri için göçmen politikalarını imzalamadan önce Avrupalı liderlerin en azından bir kez bu filmi izlemelerinde hiç kuşkusuz fayda var.
Nazi yönetimini eleştiren belki yüzlerce film ile karşılaşmak mümkündür. Cesur ve duygusal söylemleri olan filmlerin hemen hepsinde bir kahramanlık öyküsünü görebilirsiniz. Lakin asıl cesaret bu filmleri Nazi yönetimi en güçlü devrini yaşarken yapmaktır. Bu açıdan bakıldığında Kazablanka’yı çok sonraları malum eleştirileri getiren diğer tuzu kuru filmlerden söylem açısından ayırmak lazım. Hakkını vermek gerekirse bu dobra anlatımı seçen oldukça az sayıda yapım var. Kuşkusuz bunlardan ilk akla gelenlerinden biri Kazablanka ile birlikte daha da sert bir söylemi olan Charlie Chaplin’in Büyük Diktatör’üdür.
Netice olarak bakıldığında Kazablanka filmi bir şehri dünyaca ünlü yapmaya yetecek kadar güzel bir film. Yapım içerisinde yer alan onlarca alt metin mesajını saymanın imkanı bile yok. Ama genel bakış içerisinde düşünüldüğünde eseri Nazi karşıtı bir yapım olarak görmek mümkün. Sam ile olan diyaloglarında özellikle “Ben insan alıp satmam” cümlesiyle kölelik ve ırkçılık karşıtı bir duruş sergilediğini beyan eder. Bunun yanında Amerika’nın herkes için umut ve özgürlük simgesi halinde lanse edilmesi; kuşkusuz filmin kendi ülkesi için yaptığı abartılı bir güzellemedir.