Darkest Hour: Churchill ve İngiltere Üzerine

Darkest Hour, 2. Dünya Savaşı’nda İngiltere için en sıkıntılı zamanlarda Churchill’in başbakan seçilmesini ve görevdeki en zorlu sınavını verdiği ilk haftalarını anlatıyor. Film 1940’da Almanya’nın Fransa’yı işgal ettiği dönemde geçiyor. İngiliz hükümeti ve halkı, müttefikleri Alman orduları tarafından mağlup edilip saf dışı bırakılırken düşmanın Fransa’daki ilerleyişini korkuyla izlemekte ve kısa süre sonra gerçekleşebilecek kendi adalarının işgalinin endişesini duymaktadır. Böyle bir dönemde muhalefet tarafından yoğun eleştiriler alan başbakan Neville Chamberlain görevi bırakır ve yerine muhalefetin destek verebileceği tek aday olan Winston Churchill gelir. İşi zordur, Hitler Avrupa’yı dize getirmiştir. Fransa’daki İngiliz ordusu kuşatılmış ve yok edilmek üzeredir. Tek çıkar yol, Almanya ile küçük düşürücü bir barış anlaşması imzalanması gibi görünmektedir.

Klasik SPOILER uyarımızı yapalım ama şunu da ekleyeyim; bu yazıyı filmi izlemeden okuyanlar büyük sürprizlerin mahvolacağını düşünmesin. Sonuçta filmin konusu ve tarihsel olaylar belli… Ben sinema eleştirisi işinden pek anlamıyorum. O nedenle bu tam anlamıyla bir film eleştirisi yazısı değil. Filmi daha bir tarih meraklısı gözüyle inceleyip, tarihsel olarak tutarlı ve pek de tutarlı olmayan yanlarını ortaya koymaya çalışacağım. İlginç bulduğum tarihsel notlar çıkarıp paylaşacağım. Vikings dizisi hakkındaki yazılarımı okuduysanız, bu da yaklaşık aynı formatta olacak.

En baştan belirtmem gerekirse ben filmi genel olarak beğendim. Birçok tarihi filmde benim bir tarih meraklısı olarak aradığım şey kesin tarihsel uyum olmasa da tarihsel olayların aşırı çarpıtılmaması oluyor. Örnek vermek gerekirse; The Patriot filminde gösterilen, İngilizlerin Amerikan köylülerinin içinde olduğu bir kiliseyi yakması gibi tamamen gerçek dışı bir olayın, sadece drama unsurunu artırmak için filme konması benim için çok can sıkıcı. Ama yine örneğin; Master and Commander filmindeki Fransız – İngiliz gemileri kapışması gerçek bir olay değil. Ancak film, Napolyon dönemi denizciliğini ve küçük ölçekli çarpışmaları o kadar gerçeğe uygun şekilde anlatıyor ki, filmde gösterilen kapışmanın gerçekten yaşanmaması hiç de sorun değil bence. Darkest Hour ile ilgili, son bölümdeki metro yolculuğu sahnesi dışında pek de beğenmediğim bir kısım yoktu diyebilirim. Şimdi gelelim detaylara…

British Bulldog

Winston Churchill ile ilgili tarihe meraklı herkesin kafasında az çok bir fikir vardır. İnatçı kişiliği ve cesur fikirleri, 2. Dünya Savaşı’nda İngiltere’yi hezimetin kenarından kurtarıp muzaffer olarak savaştan çıkarmasıyla birleşince birçok kişi onun bir kahraman olduğunu düşünür. Churchill gerçekten de, mücadeleci ruh ve asla vazgeçmemek anlamında bakıldığında ilham alınabilecek bir liderdir. İngiltere için, ne olursa olsun, ülkeyi savaştan galip çıkarması anlamında da ulusal bir kahramandır. Fakat pek akıllarda kalmayan diğer yönlerini de hatırlatmakta fayda var.

Churchill’in büyük özelliklerinden biri, bugünkü anlamıyla bir “demokrasi aşığı” olmaktan çok uzak olmasıdır. Churhcill her zaman için Birleşik Krallık’ın büyük bir emperyal güç olmasını ve hem Avrupa hem de dünya politik sahnesine yön veren ülkelerden biri olmasını şiddetle savunmuştur. Bu bağlamda İngiliz yönetiminde yaşayan halkların özgürlük mücadelelerine her koşulda karşı çıkmıştır. Hindistan’da Gandi’nin eylemlerinin ve Hindistan bağımsızlık hareketlerinin olabilecek en sert şekilde bastırılması taraftarı olmuştur.

Kadın hakları konusunda da Churchill zaman zaman eleştirilir ve kadınların oy haklarıyla ilgili önergelere sıcak bakmadığı doğrudur. Ancak bunu genelde oy kaygıları ile yapmıştır. Muhafazakar kanatta iken tüm reşit kadınlara oy hakkı sunan yasaları, işçi kadınların oylarının “işçi partisinin oylarını artıracağı” gerekçesiyle savunmamıştır. Daha sonraları, özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında kadınların fedakarlıklarına ilk elden tanık olduğunda kadın haklarıyla ilgili daha destekleyici söylemleri olmuştur.

Film elbette bu konulara pek detaylı girmiyor ancak genel olarak Gary Oldman, Churchill’in huysuz ve inatçı yanını yansıtmakta oldukça iyi bir iş çıkarmış. Açılış sahnesinde sekreterlik görevine başlayan Elizabeth’in Churchill tarafından kovulması, sonrasında eşinin kendisine kızması sonrası Churchill’in genç kızı geri kabul etmesini keyifle izliyoruz. Elizabeth Nel, Churchill’e oldukça saygı duyan bir kadın olsa da anılarında ondan hep kaba ve bir anı bir anına uymayan biri olarak bahseder.

Çanakkale Hatırlatmaları

Türk halkı için düşünecek olursak Churchill adı duyulduğunda genelde akla 2. Dünya Savaşı’ndan ülkesini muzaffer olarak çıkaran bir liderden çok Çanakkale planlarının mimarı bir politikacı gelir. Churchill, 1. Dünya Savaşı zamanında hükümet üyesi olarak gerçekten de Çanakkale Muharebeleri’ni başlatacak olan planları hazırlamıştır. Sonrasında İngiltere Çanakkale’den yenilgiyle ayrıldığında Churchill de bunun faturasını ödemiş ve pozisyonunu kaybetmiştir. Hatta birkaç aylığına da olsa parlementodaki görevini bırakarak Batı Cephesi’ne gitmiş ve bir alay komutanı olarak bizzat görev yapmıştır.

Filmde sık sık Churchill’in Çanakkale konusunda suçlandığını görüyoruz. Bu suçlamaların ne sıklıkla Churchill’in suratına vurulduğunu açıkçası bilmiyorum. Ama savaşın üzerinden bu kadar zaman geçtikten sonra, hele de 2. Dünya Savaşı’nın çalkantılı yıllarında bunun çok fazla tekrar edildiğini düşünmüyorum. Sonuçta Churchill’in planları kağıt üzerinde başarısız değildi ve ilk aşamada çıkarma ve kara çatışmalarını değil, doğrudan donanma ile Çanakkale Boğazı’nın geçilmesini öngörüyordu. Bu her ne kadar cüretkâr bir saldırı olsa da, başarı ihtimali ve sonrasında İstanbul’un ele geçirilip Osmanlı’nın kısa sürede savaş dışı bırakılması hiç de azımsanacak bir ihtimal değildi.

Nusret mayın gemisinin son gecede döşediği mayınlar ve bunların İngiliz istihbarat birimlerinde raporlanmamış olması, savaşın en kritik noktasıydı. İngiliz donanması haberi olmadan Çanakkale’nin mayınlı sularına girince işler kötüye gitmeye başlamıştı. Sonrasında deniz yoluyla aşılamayan boğaz çıkarmalarla ve kara savaşıyla ele geçirilmeye çalışılmış ve burada da Mustafa Kemal gibi hesaba katılmayan bir askeri deha devreye girmişti. Kısacası, Churchill için Çanakkale utanç kaynağı olan bir hezimetten çok başarısız ama yine olsa yine denenmeye değer bir harekattı. Filmde de zaten Churchill’in bu suçlamaları her duyduğunda şiddetle karşı çıktığını görüyoruz.

Mağlubiyet’in Eşiğinde

Darkest Hour’un en iyi yaptığı işlerden biri, Fransız ve İngiliz ordularının mağlubiyetinin hemen ardından, Hitler’in Avrupa’nın tek hakimi olması artık an meselesi iken İngiliz politik atmosferini gerçeğe oldukça yakın biçimde yansıtması. İngiliz ordusu Fransa topraklarında savaşmış ve mağlup olmuş durumda. Fransızlar ise artık tamamen savunma ve geri çekilme muharebeleri veriyorlar. Alman ordularının tüm Fransız savunmasını yok etmesi ve Paris’e girmesi an meselesi. Bu durumda artık her türlü seçenek masaya yatırılmak zorunda. Buna Hitler’le anlaşmak ve barış istemek de dahil. Çünkü İngiltere’nin adasını savunacak güçlü bir ordusu yok ve Alman orduları Britanya’ya ayak bastıkları takdirde onları hiçbir şekilde durdurmak mümkün değil.

Film bu panik ortamını, barış isteme ve şartları görüşmeye istekli politikacıları ve en sert Nazi düşmanlarının bile Hitler’le masaya oturmayı ciddi olarak düşündüğü bu durumu çok iyi yansıtıyor. Burada bahsedilebilecek tek konu Churchill’in uzun süren inadına rağmen sonunda barış görüşmelerini ve İngiliz mağlubiyetini kabul edecek noktaya gelmesi. Bu durum pek gerçeği yansıtmıyor. Churchill aslında inatçı olsa da durum gerçekten de çok vahim ve bir barış görüşmesini düşünmek mümkün. Ancak muhatap alınan kişi normal bir politikacı değil. Hitler çok sefer ortaklarını arkadan vurmuş, sözlerine pek de güvenilmeyeceğini kanıtlamış, bir sonraki hamlesi hiç kestirilemeyen biri. Gerçekte Churchill, savaş arzusuyla yanıp tutuştuğundan değil ama Hitler’in alsa sözünde durmayacağını ve İngiltere’nin tamamını işgal etmeyi aklına koyduğunu düşündüğünden barış masasına oturmak istemiyor. Tüm umutlarını ve dikkatini Dunkirk’deki tahliye operasyonunun başarısına odaklıyor.

Dunkirk Tahliyesi

İşgal edilmiş bir Fransa’dan İngiliz ordusunun tahliyesi, İngiltere için hayati bir önem taşıyordu. Ağır silah ve ekipmanların büyük kısmı geride bırakılmak zorunda kalsa da hiç değilse askerlerin evlerine dönebilmiş olması bile zor günler geçiren İngiliz halkının biraz olsun moral bulmasını sağlayacaktı. Ayrıca İngilizler adalarının olası bir Alman işgaline uğraması durumunda artık kendilerini savunacak ordularına kavuşacaktı. Bu nedenle Churchill ne pahasına olursa olsun bu tahliyenin gerçekleşmesini istiyordu.

14 Mayıs’ta Almanlar’ın Arden Ormanı’nı aşıp İngiliz ve Fransız ortak kuvvetlerini mağlup etmeleri sonrasında müttefik karargahı panik içindeydi. 20 Mayıs’ta müttefikler Almanların hızını kesmek için bir dizi başarısız karşı saldırı girişiminde bulundular. Bu saldırılar Almanları geri püskürtmeye yetmemişti ama en azından panzer birlikleri ciddi kayıplara uğrayan Alman ordusu bir süre dinlenmek ve ilerleyişini durdurmak zorunda kalmıştı. Hitler, durumu bizzat değerlendirerek 24 Mayıs’ta ilerleyişe ara verme emri verdi. 26 Mayıs’ta Alman ordusuna tekrar harekete geçme emri verildi. Ancak dinlenen ve tank kayıplarını telafi etmekle uğraşan birliklerin toparlanması ve tekrar saldırı durumuna geçmesi ve uçaklarını yeni operasyonlar için hazırlayan Luftwaffe’nin tam kapsamla hazır duruma gelmesi birkaç günü bulacaktı. Toplamda 3-4 günlük bu duruş ve gecikme, İngiliz ordusunun çekilmesi için hayati öneme sahip olacaktı.

İngiliz donanması orduyu tahliye etmek için yetersizdi ve sivil teknelerden operasyona destek olmaları istendi. İngiliz balıkçılar ve tüm tekne sahipleri büyük bir özveriyle tekneleriyle Fransa kıyılarına ilerlediler. Toplamda 340.000’e yakın asker tahliye edilmiş ve ordunun önemli bir bölümü kurtarılmıştı. Bu operasyonun başarıya ulaşmasında büyük payı olan birkaç unsur vardır.

Filmde bu unsurların en çok üzerinde durulanı Calais kentindeki İngiliz kuvvetlerinin, ordunun kalanı Dunkirk’den kaçabilsin diye geride kalıp Alman ordusuna direnmeleridir. Bu önemli bir olaydı. Ancak daha da önemlisi Lille kentindeki Fransız ordusu direnişiydi. Şehri savunan, İngiliz ordusunun son birlikleri tahliye edilene kadar teslim olmayan Fransız birlikleri, Alman ordusunun Dunkirk’e tüm gücüyle yüklenmesini başarılı şekilde engellemişti. Calais’deki İngiliz çabalarının yanında Lille’deki Fransız çabalarından da bahsedilse, filmin tadından yenmezdi.

Ancak belki de en büyük katkıyı İngiliz hava kuvvetleri (RAF) yapmıştı. İngiltere’deki üslerinden hiç durmadan havalanan İngiliz pilotlar, Alman avcı uçaklarının Dunkirk harekatını engellemesinin önüne geçmişler ve girdikleri birçok hava çatışmasından galip olarak ayrılmışlardı. Gerçi bu durumu tahliye edilen askerler pek bilmiyorlardı çünkü bu “it dalaşları” sahilden uzakta yapılıyordu ve sahili vurmaya gelen az sayıdaki Alman uçağı kendilerine ateş açtığında, İngiliz hava kuvvetlerinin onları korumadığından yakınıyorlardı…

We Shall Never Surrender!

Yazı tahmin ettiğimden daha uzun sürdü ama artık son bölüme geldik. Filmin sonlarında çok ilginç bir sahneyle karşılaşıyoruz. Churchill parlemento konuşması öncesinde aracından fırlayıp metroya biniyor ve halkın arasına karışıyor. Burada direniş ruhuyla dolu İngiliz vatandaşları yenilgiyi asla kabullenmeyeceklerini belirtiyor ve mücadele enerjisi ile dolan Churchill, parlementoda muhteşem bir nutuk çekiyor. Süper bir sahne! Ama tabii ki senaryo uydurması…

Churchill böyle bir metro yolculuğu veya kamuoyu yoklaması yapmamıştı. Daha önce dediğim gibi, Hitler’e asla güvenmiyordu ve Dunkirk tahliyesinden aldığı moralle direnişe devam etmeye hazırdı. Zaman kazanmak, Sovyetler’in ve Amerika’nın hamlelerini beklemek istiyordu. Bu alevi canlı tutmak için de çok güçlü bir konuşma hazırlamıştı;

“Sonuna kadar gideceğiz! Fransa’da savaşacağız, denizlerde ve okyanuslarda savaşacağız, artan özgüvenimiz ve gücümüzle havada savaşacağız, adamızı savunacağız, ne pahasına olursa olsun! Sahillerde savaşacağız, iniş bölgelerinde savaşacağız, tarlalarda ve sokaklarda savaşacağız, tepelerde savaşacağız ve asla teslim olmayacağız!”

Çok etkili bir konuşma… Ama şöyle bir sorun vardı ki, insanlar bu konuşmadan biraz etkilenmiş ama daha önemlisi bir yandan da fena halde korkmuşlardı…

Asla teslim olmamak ve sonuna kadar savaşmak sıradan insanların yapabileceği şeyler değildir. Şurası çok açık; cephede savaşmak ayrı şeydir, doğrudan evinizi korumak için sokağınızda savaşmak bambaşka bir şey. İngiliz halkı o zorlu günlerde Churchill’in enerjisinden ve inadından umutluydu ancak Alman işgalinin korkusu çok daha ağır basıyordu. “Belki de bu kadarı yeterli.” diye düşünen birçok insan vardı. Ordu kurtarılmıştı, İngiliz hava kuvvetleri Dunkirk’de Alman hava kuvvetlerine direnebileceğini göstermişti. Ayrıca İngiliz donanması da güçlüydü, adaya bir saldırı durumunda Alman savaş gemileri ağır kayıplar verirdi. Fakat Almanlar bir kez karaya çıkarsa onları durdurmak imkansızdı. Bu nedenle birçokları, artık belki de biraz durulmak gerektiğini, barış görüşmelerine başlanmasa bile en azından bu kadar ateşli Hitler düşmanlığı yapmamak gerektiğini düşünüyorlardı. Hitler belki de onları boş verirdi. Asıl düşmanı olan komünistlere saldırır ve İngiltere’yi rahat bırakırdı. Churchill’in bu tutumu onu kızdırmaktan başka işe yaramazdı.

Filmde bu karamsar havayı vermek yerine daha ilgi çekecek olan coşku ve direniş ruhunu yansıtmışlar. Kötü olmuş diyemem, ancak metro sahnesinde gerçeklerden iyice sapılmış.

Böylece Darkest Hour yazısının da sonuna geldik. Söylediğim gibi, film genel olarak hoş bir tarihi – politik – savaş politikası filmi. Bu tarz filmlerden hoşlanan herkese tavsiye ederim. Filmde bahsedilen hadiselerden bazıları hakkında biraz daha fikir verebildiysem ne mutlu bana. Kalın sağlıcakla…

Yorumlar