Dünyaya Düşen Adam ve David Bowie’nin Ardından
“…Ve yıldızlar bugün çok farklı görünüyorlar.”
Aslında yıldızların tabiatı budur. Farklı görünmek. Milyonlarca ışık yılı öteden, onca gaz ve toz bulutunun ve engin bir boşluğun ötesinden küçük, mavi bir gezegene parıldamak belli aralıklarla farklı görünmeyi gerektirir. Yıldızlara Mars’ın yüzeyinden ya da uzay boşluğundan bakabilseydik, çok daha farklı şeyler görecektik mutlaka. Ya da zihnimizde böyle bir tecrübenin anısını taşıyor olsaydık.
Yıldızları hepimizden farklı görebilen insanlar vardır. Bizlere farklı dünyaların, başımızı kaldırıp belki sürekli baktığımız belki de yaşamın akışında bakmayı ya da görebilmeyi unuttuğumuz gökyüzünün ötesindekileri anlatabilen insanlar vardır. Biz buna genelde “hayal gücü” ya da “yetenek” deriz, ama ben belirli insanların belirli deneyimlerin anısıyla bu dünyada olduklarına inanıyorum.
David Bowie, bizlere başka dünyaların, uzaklardaki yıldızların ve engin uzay boşluğunun öyküsünü anlattı yıllarca. Space Oddity’den Diamond Dogs’a, Heroes’dan Let’s Dance’e kadar tüm albümlerinde anlattıkları, birbirinden farklı sahne personaları aslında bizlere tecrübe ettiklerini kendi gözünden anlatmak içindi. Bowie, bizim şu uzay boşluğunda dönüp duran “soluk mavi noktamıza” gelmek için terk ettiği yıldızından gördüğü hikâyeleri anlattı bize. Dünya hesabıyla 69 sene yaşadı ve geri dönmesi gerektiğine inandı. Ama son albümü Blackstar da olmak üzere, bizlere yıldızların hikâyesini anlattığı birbirinden güzel albümler, filmler ve unutulmaz karakterler bıraktı.
1976 yapımı The Man Who Fell To Earth (Dünyaya Düşen Adam), Walter Tevis’in aynı ismi taşıyan 1963 yılında yayımlanmış romanından beyaz perdeye aktarılmış bir bilimkurgu yapımı. Adeta Bowie için yazılmış ana kahramanını bizzat Bowie’nin kendisinin oynadığı, İngiliz yönetmen Nicolas Roeg imzasını taşıyan bir film. Hikâyenin işlenişi ve filmin (fazlasıyla yavaş) ilerleyişi bakımından bir hayli tuhaf ve vasat sayılabilecek bir yapım olmasına karşın, Bowie’nin inanılmaz doğal bir biçimde şekillendirdiği Thomas Jerome Newton karakteri için bile izlenmeye değer. Öyle ki Bowie bu performansıyla, En İyi Erkek Oyuncu dalında bir Satürn Ödülü’nü de kucaklıyor (ve elbette bu, kendisinin sonraki onyıllar içerisinde kucaklayacağı tonlarca ödülden yalnızca biri oluyor).
Film, kendi kurak ve ıssız gezegeninden, karısından ve çocuklarından ayrılarak dünyaya gelen karakterin yeryüzünde ortaya çıkışıyla başlıyor. Su bulup (bir şekilde?) kendi gezegenine götürmek amacıyla geldiği Dünya üzerinde kılık değiştirerek kendine bir isim ve kimlik ediniyor (karşılaştığı herkese isminin Thomas Jerome Newton olduğunu ve o güzel aksanıyla “British” olduğunu söylemesi, seyretmesi apayrı zevklerdendir bence). Daha sonra, kendi gezegeninde edindiği ileri teknoloji gerektiren ürünlerin bilgisini kazanca dönüştürüyor, bir avukat bularak bunların patentini alıyor ve yuvasına, eşine ve çocuklarına geri dönebilmesini sağlayacak uzay çalışmaları için fon oluşturmaya çalışıyor. Ancak amacı buyken, bu tuhaf gezegenin tekinsiz insanlarının kendini sürükleyebileceği noktaları kestiremiyor elbette.
The Man Who Fell To Earth, Bowie’nin ilk uzun metraj sinema denemesi ve bir bakıma Bowie’nin (benim kafamdaki) hikâyesini birebir anlatan bir yapım olmasıyla dikkatimi çekmişti. Popüler kültüre katkılarıysa saymakla bitmiyor ve elbette bunda Bowie’nin doğal karizmasının, hikâyedeki karakterle olan inanılmaz uyumunun etkisi çok büyük. Örneğin Guns N’ Roses, Welcome to the Jungle’ı bu filmden esinlenerek yazıyor, Marilyn Manson’ın The Dope Show ve Scott Weiland’ın (RIP) Barbarella klipleri yine bu filmden esinleniyor. Michael Fassbender, Prometheus’taki rolünü Bowie’nin performansından esinlenerek şekillendirdiğini söylüyor. Ve belki de en önemlisi, filmin ilk afişinde yer alan font, Iron Maiden’ın o efsanevi fontuna ilham kaynağı oluyor.
David Bowie benim ve birçoğumuzun seneler boyu kendine örnek aldığı idollerden. Müziğiyle diğer müzisyenleri, performanslarıyla ve görünümüyle kitleleri etkilemiş bir efsane. Kolayca unutulacak gibi değil hiçbir yaptığı iş. Ama bazı terk edişler bizi her ne kadar şaşırtsa da, daha geniş bir çerçeveden bakıldığında insan içini rahatlatan bir şeyler bulabiliyor insan. Mesela ben bu yazıyı yazdığım gece gökyüzünü seyrettim. Gökyüzünde diğerlerinden daha parlak yıldızların olduğunu fark ettim. Uzun zamandır yapmadıysanız, siz de gökyüzünü seyredin bu gece.
Dünyaya kendi yıldızından düşen Yıldızadam belki de yuvasından size bir göz kırpar, ne dersiniz?