Geleceğin Şehrinden Hikayeler
The Matrix
The Matrix (1999) vizyona girdiğinde, dijital sinemanın neler kadir olabileceği gözler önüne serilmişti. Çağının ötesinde görsel efektlerine ek olarak alt metni bu kadar güçlü bir filmle uzun süredir karşılaşılmıyordu.
Zaman ve mekan kullanımı açısından film, birbirinden ayrı iki zamanı aynı anda, birbirinin üzerine çökmüş biçimde yaşatmaktadır. Bunlardan biri The Matrix’in yapım yılı 1999 esas alınarak kurulmuş Matrix yapısı, diğeri 2199 civarındaki, filme ait matrix dışı gerçek zamandır. Gerçek zaman, “gerçeğin çölü” olarak ifade edilen mekana aittir. Bu mekan, cyberpunk bağlamına uygun bir dünyadır ve dış uzay boyutu içermez. Aynı zamanda, Blade Runner’daki gibi ekolojik bozulma sonucu güneşin görünmediği; eski büyük kentlerin harabeye döndüğü, sınırlı sayıda özgür insanın, yaşamını yeraltı şehirlerinde akıllı makinelerden saklanarak geçirdiği bir geleceğin mekanıdır.[5]
Felsefesi itibariyle fütüristlerin arzuladıkları geleceği gözler önüne seren Matrix’te, şehirler harabe olmuş ve insanoğlu kanalizasyonlarda yarattığı karanlık şehirlerde yaşamak zorunda bırakılmıştır. Matrix, sanal gerçekliğinin günümüz kapitalist toplumunun bir aynası olması, bireyci olarak ilerleyen toplumun umursamazlığı, insanın makineye karşı savaşırken yine ona muhtaç oluşu gibi unsurlarıyla gerçekliği birer yanılsama olarak sunmuştur. Aslında gerçekliğin reddi, bütün bu gelecek tasvirlerinin ulaşacağı son noktadır. Gerçeğin iç içe olduğu, asla ona ulaşamayacağımız anlatan bu seriyle Fritz Lang ve Ridley Scott gibi isimlerin hayalleri izleyiciye sunulmuştur.
Ütopya Kavramları Üzerinden Filmleri Okumak
Sinema ve şehir arasındaki iç içe geçmişlik hala etkilerini hissettirirken, bazı türlerin doğuşuna da ön ayak olmuştur. Sinema türleri, hikayelerin birer arketip içerisinde sunulmasıyla ortaya çıkar. Kendisi gibi görsel ve işitsel bir sanat olan tiyatrodan esinlenen sinema, trajedi, komedi, dram gibi türleri benimsemiş ve zamanla kendi sınırlarını keşfettikçe, kendine has türleri yaratmayı başarmıştır.
Temellerini edebiyatın attığı fantastik ve bilimkurgu gibi türleri bir kenara bırakırsak, sinema tarihi içinde öne çıkan ilk tür olarak “western”i sunabiliriz. Western tamamen sinema sınırları içerisinde oluşturulmuş, kendi kurallarını koymuş, tamamen bu araca ait bir türdür. Her ne kadar çizgi roman ve kitaplar da bu türle ilgilense de, sinemanın sunduğunun ötesine geçememişlerdir. Zamanla türlerin sinemayla birleşerek kendi alt türlerini yaratması “Film Noir”, “Cyberpunk” gibi kavramları bu araca kazandırmıştır. Özellikle bilimkurgu türünün derinliklerine inen sinema, yaratılan alt türler vasıtasıyla türü kendiyle özdeşleştirebilmeyi başarmıştır. Edebiyatın ve sinemanın sunduğu bilimkurgu eserleri, türün bir çok açıdan tartışılmasına yol açmıştır. “Ne kadar bilim, ne kadar kurgu” sorusu çerçevesinde şekillenen bu tartışmalar, hala bir çok alt türü bilimkurguyla anılmaktan alıkoyarken, bir kısmını da tartışmalı şekilde türe dahil etmektedir.
Yukarıda bahsedilen üç filme distopya ve ütopya kavramları üzerinden bir kesişim noktası oluşturabiliriz. Bu kavramlar nereye ait olduklarından çok, neye benzedikleri üzerinden tartışılmaktadır. Bilimkurgu sineması hikayelerini anlatırken şehirlerin yardımına ihtiyaç duyduğu zamanlarda ortaya çıkan ütopya ve distopya kavramlarını derinlemesine incelemek gerekir. Isaac Asimov, H.G. Wells gibi büyük bilimkurgu yazarlarının kitaplarında sıklıkla işlediği geleceğin parlak ve karanlık şehirleri teması sinemada hayat bulmaya başladığında yepyeni tartışmaların kapısını aralamış ve türü iyice çelişkili bir konuma sürüklemişti.
Geleceğin şehirlerinin neye benzeyeceği, bunların içerisinde yaşayan bizlerin ne olacağımıza dair felsefi sorular Antik Yunan’dan beri insanoğlunun kafasını kurcalayan şeylerdir. Aristotoles, Platon, Sokrates gibi düşünürler gelecek hakkında çeşitli eserler kaleme almış, çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir. Platon’un Devlet’i bu persektifle bir ütopya sunması açısından ilk sayılabilir. Ama, işte tamamı filozofların tartışmalarından derlenmiş bu kitapta da fark edileceği gibi her ne kadar eserde bir Ütopya vadedilse bile, bu Platon’un Ütopyası olmaktan kurtulamamaktadır. Farklı görüşlere açık, farklı ahlaki ilkelere sahip kimseler için bu ütopya bir distopya olarak görülebilmektedir. Bu yüzden bu iki kavramı tartışırken, onları doğru tanımlayabilmek önemlidir.
Ütopya aslında olmayan, tasarlanmış ideal toplum. Ütopyalar, bugün gerçekleşmesi imkânsız toplum tasarımlarıdır. Köken olarak Yunanca “yok/olmayan” anlamındaki ou, “mükemmel olan” anlamındaki eu ve “yer/toprak/ülke” anlamındaki topos sözcüklerinden türemiştir. Kullanımı Thomas Moore’un 1516’da yazdığı De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia veya kısaca Utopia isimli kitabıyla yaygınlaşmıştır.
Ütopyalar üzerine görüşler iki biçimde ortaya çıkmıştır. Eutopya olumlu ütopyadır. Mükemmel, ama kurgusal değildir. Moore’un ütopyası birçok açıdan Platon’un Devlet’ine dayanır. Sefiller ve fakirler toplumdan ayıklanır. Çok az yasa vardır ve avukat yoktur, çok az savaş vardır. Toplum bütün dinlere hoşgörülüdür. Bazı okuyucular bu hayali topluma sıcak bakmazken, bazıları millet için gerçekçi bir plan olarak görmüştür. Bazıları da More’un ütopyasını bir ideal toplum arayışından çok İngiliz toplumu için bir taşlama olarak algılamıştır.
Distopya (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum otoriter – totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. Filozofun Yunanca bilgisi göz önüne alınırsa, kelimeyi “ütopyanın tersi” olarak değil, “kötü bir yer” anlamında kullandığı anlaşılır. Yunanca bir ön-takı olan dys/dis, “kötü”, “hastalıklı” ya da “anormal” anlamını taşır. ou takısı ise “yok”, “değil” anlamını taşır ki, ütopya (outopia) Yunanca’da “olmayan yer” demektir. Aslında ütopya, “güzel yer” anlamına gelen Eutopia ‘ya bir gönderme yapar (eu öntakısı “iyi, güzel” anlamı katar). Yani distopya ile ütopya, dysphoria ileeuphoria ‘nın birbiriyle karşıt olduğu gibi karşıt değildir. [6]
Ütopya ve Sinema İlişkisi
Yukarıdaki açıklamaların ardından bu görecelilik durumlarının sinemayı ve türü ne seviyede etkilediğini görmemiz lazım. İlk olarak Eutopya türü içerisinde sayabileceğimiz filmler bir elin parmaklarını geçmeyecektir. Bunun sebebi eutopyaların özünde heyecandan yoksun olmasıdır. Amacına ulaşmış, üst seviye bir toplum portresi ilgi çekici değildir. Bu yüzdendir ki sinema, eutopik bir şehrin hikayesini anlatmaktansa, o şehri bir araç olarak hikayesine yedirir. Peter Jackson’ın The Lord of The Rings (2001, 2002, 2003) serisinde elf şehirleri olarak sunduğu, Lothlorien ve Rivendell edebi ve sinemasal eser içerisine yedirilmiş basit birer eutopya örneğidir. Elfleri ırkların en yücesi olarak sunan bu eser, onların şehirlerini de gelinebilecek en son nokta olarak tasvir etmiştir. Tamamen parlak, barışçıl bir toplum portresi içerisinde olsalar da, elflerden nefret eden dwarf ırkı için bu topraklar bir çeşit cehennem yani birer distopyadır. Ancak sunuluş açısından bizden bunu bir eutopya olarak kabul etmemiz istenir. Yine benzer şekilde Metropolis ve Matrix’in sanal gerçeklik üzerinden var ettiği şehirler birer ütopyadır. Ancak iki film için de bu durum görecilidir. Sunum olarak eutopya gibi gözüken iki şehir atmosferi de yakından incelendiğinde birer aldatmaca ürünü oldukları ve bir distopyadan farkları olmadığı gerçeğini yüzümüze vururlar. İşte bu yüzden distopya, eutopyaya nazaran daha dikkat edilesi bir kavramdır.
Distopya kavramını kendi içerisinde iyice parçalamamız mümkündür. Ters giden, yanlış olanın düzeltilmesi odaklı bu hikayeler sinemada sık anlatıldığı için çeşitli isimler alarak anılırlar. Örnek vermek gerekirse, “Post-Apokaliptik” distopya türünün sebep olduğu güçlü bir alt türdür. “Kıyamet Sonrası” diyerek Türkçeleştirebileceğimiz alt türün teması yaşanılan bir felaket -yerine göre bu bir savaş, göktaşının çarpması veya güçlü bir afet- sonrası yeniden inşa edilen uygarlığın hikayesidir diyebiliriz. Genelde hayatta kalmaya çalışan insanoğlunun macerasını anlatan bu tür, distopik şehir portreleri sunmakla beraber, kimi zaman bu türün yanından bile geçmeyebilir. Örnek vermek gerekirse George Miller’ın Mad Max (1979) filmi başarılı bir post-apokaliptik filmdir. Ne olduğu bilmediğimiz, ancak bir felaketin sebep olduğu yokluk ortamında anarşist bireyler ve çılgın polis dedektifimizin mücadelesini konu alır. Su kıtlığının yaşandığı bu dünyada şehir amaç değil, atmosferi vurgulamak amaçlı bir araçtır. Bu açıdan bu alt tür ile distopyayı ayırt etmek önemlidir.