Genetik Yatkınlığın Yoksa Azmin Var: Gattaca
“Kader için bir gen yoktur.”
Yalnızca mana itibariyle değil, sözcük olarak da çok ağır bir kavram “kader”. Demek istediğim, bazı sözcüklerin, onları düşünmeye başlamadan önce, biz henüz farkına bile varamadan geçen salisenin milyonda birlik kısmında, onu zihnimizin gerekli kısmından çağırırken bile ağırlığını hissettiğimiz kavramları var. Bazı sözcükler o kadar büyük bir ağırlığa sahip ki, hem düşünürken, hem hissederken, hem de telaffuz ederken ağırlıklarını hissedebiliyoruz. “Kader” sözcüğü de, inanan için de inanmayan için de, karşıladığı ve çağrıştırdığı birçok kavramla birlikte, azımsanamayacak bir ağırlığa sahip bu sözcüklerden bence.
Evet, girizgâh kısmında sizleri bilincimin – hatta bilinçaltımın – çöplüğüne sürüklediğim için bana teşekkür edebilirsiniz. Oysa tek yapmak istediğim size, şahsen sinemada bilimkurgu tarzında yapılmış en değerli işlerden biri olduğunu düşündüğüm Gattaca hakkında birkaç şey söylemekti. Ama “…kelimeler albayım… bazı anlamlara gelmiyor.”
Bilimin ve insan ruhunun, yazgısının, bir yaratıcı varlığının yahut yokluğunun tartışması, bilimkurgu eserleri için her zaman en ideal çatışmalardan biri olagelmiştir. Hayatta izlenmesi gereken yolda yahut bu yolların farklı evrenlerdeki, farklı kurgularaki alternatiflerinde insanın kaderinin ne denli etkili olduğu, bu yolu ne şekilde etkilediği her zaman sorgulanmıştır. Gattaca da, anlatıcısının belki de en can alıcı önermesiyle – Kader için bir gen yoktur – bu ikilemi bizlere bir kez daha sorgulatıyor.
Gattaca, 1997 senesinde Amerikalı yönetmen Andrew Niccol tarafından yazılıp yönetilmiş bir film. Gattaca ismi, DNA’nın dört nükleotit bazı olan Guanin, Adenin, Timin ve Sitozin (Cytosine) bileşiklerinin baş harflerinden oluşuyor. Gattaca; Ethan Hawke, Uma Thurman, Jude Law ve Alan Arkin gibi oyuncuların performanslarıyla da değer kazanmasının yanı sıra, yönetmeni ve senaristi, sanat yönetmeni, görüntü yönetmeni ve neredeyse tüm teknik ekibinin de ayrı ayrı tebrik edilmesi gereken türde filmlerden (evet, bu şekilde sınıflandırdığım filmlerin olduğu bir gerçek).
Film, “pek de uzak olmayan bir gelecekte” geçiyor ve genetik bilimi sayesinde sağlanan insan ırkının ıslahıyla belirli bir toplumsal düzenin ve yaşam biçimlerinin oluşturulduğu bir dünyada geçiyor. İnsanların genetik özelliklerine göre “geçerli” ya da “geçersiz” olarak tanzim edildiği ve kayıtlarının veritabanlarında tutulduğu bu dünyada, genetik özellikleri önceden belirlenerek mükemmelleştirilen ve doğal olmayan yöntemlerle dünyaya gelen bireyler, doğal yöntemlerle dünyaya gelen bireylerle birlikte yaşıyor. Doğal üreme organlarından hepimizin bildiği yöntemlerle dünyaya gelen çocuklara, dünyaya geldikleri anda fiziksel ve zihinsel durumları hakkında yüzdelik dilimlerle belirtilen istatistiksel veriler çıkarılıyor ve bir yaşam süresi belirleniyor. Öte yandan, suni yöntemlerle dünyaya gelen “genetik açıdan kusursuz” çocukların adeta mükemmel birer makine gibi işleyeceği öngörülüyor. Ve teoride genetik ayrımcılığın yasak olduğu bu dünyada, pratikte işler değişiyor. Çünkü doğal yollarla dünyaya gelen hastalıklı, “geçersiz” bireyler toplumun alt sınıfını oluşturup diğerlerine hizmet ederken, genetik kusursuzluğa sahip “geçerli” bireyler toplumun üst sınıfını oluşturuyor ve prestijli hayatlara sahip oluyor.
Film, “geçersiz” bir birey olarak doğal yollarla (hem de bir aşk çocuğu olarak) dünyaya gelmiş, dahası doğumu enasında kalp hastalığı ve öngörülmüş birçok rahatsızlıkla birlikte ancak 30,2 sene ömür biçilmiş Vincent Freeman’ın (Ethan Hawke), Jüpiter’in Titan uydusuna gidecek roket içinde yer alma, üst sınıfa ait olma arzusunun peşinden koşması anlatılıyor. Ve Vincent, genetik ayrımcılığın illegal olduğu bir dünyada genetik ayrımcılığa kurban giden bir birey olarak, hayalini gerçekleştirmek ve değer görebilmek için illegal yöntemlere başvurmakta hiçbir sakınca görmüyor. Bu konuda, bir araba kazası sonucu sakat kalmış eski bir yüzücü olan, “mükemmel dizayn edilmiş insan” Jerome Eugene Morrow’u saç, deri ve kan gibi örnekler için donör olarak kullanarak ilerlemeye çalışıyor. Ancak, belki de kelimenin tam anlamıyla “kılın kırk yarıldığı” bir dünyada onu oldukça zorlu bir mücadele bekliyor.
Kurgusu sağlam bir distopya olarak karşımıza çıkan Gattaca, sinemaseverler ve eleştirmenler tarafından övgüyle karşılanan bir film olmasının yanı sıra, bilim dünyasında da – özellikle de biyolog ve biyoetikçiler tarafından – benimsenen ve tartışma konusu olan bir yapım olarak karşımıza çıkıyor.
Gattaca, bilimkurgu sevenlerin mutlaka en az bir kere, hatta belirli periyotlarla tekrar tekrar seyretmesi gereken bir film. Henüz seyretmemiş olanların da tekrar seyredeceklerin de 106 dakikalarına yazık etmeyeceklerinin garantisini şimdiden verebilirim.
Keyifli seyirler.