Ghostbusters – Pazar Kahvaltısında Açacağım Film
Bir sinemasever olarak, aylardır garipsediğim ve hoşuma gitmeyen bir durum gözlemlemiştim. Filmin yapımcıları bir yandan feministlerle uğraşırken, bir yandan da gerçek seyircilerini kaybetme tehlikesi yaşıyorlardı. Benim gibi nostalji meraklıları ve bir an olsun bu filmde 80 ve 90’lar samimiyeti bulabileceğini düşünen insanlar filmi dört gözle beklerken, diğer seyirciler ise alınan kararları hoş karşılamayıp dislike’ları yağdırmış ve bu hengameyi ortaya çıkarmışlardı. Elbette bu durumun oluşmasındaki neden, modern toplumun önyargılı insanıydı. Daha ilk dakikasından itibaren gülümseten ve sonrasında kahkahalarla güldüren bu eseri izlerken bir yandan da o önyargılı insana dönüp “Adamlar ilkinden daha komik film yapmışlar, sizin aklınız fikriniz cinsiyet ayrımı. Yazıklar olsun size ve sizin gibilere” diyesim geldi. Aramızda daha fragmanı görür görmez “beğenmedim”e basan o milyonlarca insandan varsa eğer, acaba filmden çıkınca tekrardan aynı videoya tıklayıp “beğenmedim”i “beğendim”e dönüştürmüşler mi, çok merak ediyorum? Yorum sekmesine bir selam çaksınlar.
Gelgelelim filme. Öncelikle film senaryo bakımından gayet akıcı, ortalamanın üstünde bir film var elimizde. Karakterlerinin uyumuyla ve özellikle Holtzmann karakterine can veren Kate McKinnon’ın muhteşem ötesi performansıyla beni günümüz komedilerinden bir tık daha çok güldürmeyi başardı. Bir karakter komedisi olarak ele alınabilir hatta. Filmin işleyişi orijinal filmden farksız değil, hatta güzel yerlerinin modern teknolojiyle daha da iyileştirilmiş hali diyebiliriz. Filmin karakterlerinin analizini yapmadan önce kurgusuna değinmek istiyorum.
1984 yapımı ilk Ghostbusters’ın ele aldığı mitos oldukça basit bir kurguya sahipti. Boyutlar arası bir varlık olan Zuul, iki insan yardımıyla bizim diyarımıza saldırıyordu. Bu ziyareti de 3+1’lik (öhöm!ırkçılık!öhöm) bir kadroyla püskürtmeye çalışan bilim adamları diğer elemana odaklanıyordu. 2016 versiyonu ise aynı mekaniği daha farklı ve modern teknikler ile harmanlamış. SNL tecrübesinden, her bir karakterin ele alınışı bakımından yararlanıldığı belli oluyor. Melissa McCarthy’nin Mike and Molly’den bu yana umarsızca yükselen profili, Bill Murray’nin ilk filmde ele aldığı bilim adamlığıyla çapkınlık yapan, fakat yaşadığı olayların paranormal olmasına karşılık, bu olaylara hep şüpheci bakan karakterinin farklı bir versiyonunu canlandıran Kristin Wiig’in bu karakteri güzel bir şekilde taklit edebilmesi ve her geçen gün kendisine aşık olduğum, her performansına SNL’den bu yana katıla katıla güldüğüm fevkalade oyıncu Kate McKinnon’ın oyunculuğu olağanüstüydü. Ghostbusters’ın alametifarikası olan +1. eleman olmak ve bu karakteri de ilk filmde efsane oynayan Ernie Hudson gibi siyahi bir oyuncuya, yani Leslie Jones’a vermek büyük riskti. Fakat Leslie Jones’un da harika bir performans gösterdiğini düşünüyorum.
Özellikle “siyahi kültürü”nü filme o kadar güzel yedirmişler ki inceden eleştirirken güldürmeyi başarmışlar. Filmimizin 1984 yapımı orijinalinin hafiften eleştirilmesi gereken tek yeri olan “ırkçılık ve onun toplumdaki yerine yönelik takındığı tutum”la ilgili çok güzel göndermelere sahip olduğunu düşünüyorum. “Is it the color thing or lady thing but I’m mad as hell (Rengimden dolayı mı yoksa kadınlığımdan dolayı mı bilmiyorum ama inanılmaz sinirlendim!)” yukarıda söylediğim konuya örnek olması açısından çok akıllıca yazılmış bir replik. Hem ırkçılara, hem de kadın düşmanlarına çok güzel bir cevap veriyor film. Bu kadar yaygara çıkarmasına gerek yoktu filme kadar bekleseler o kadar insanın. Neyse, biz biraz tekniğe de değinelim.