In The Mouth Of Madness 1994: Delilik Üzerine

Derler ki eski zamanlarda bir krallık, onun da başında bilge bir kral yaşarmış. Günün birinde krala bir kâhin gelmiş ve şöyle söylemiş;

”Kralım bu yıl yağmurlarınız bol, toprağınız bereketli olacak, ancak bir sonraki yıl çok kurak geçecek. Kuraklıktan sonra da yine bol yağmurlu bir dönem gelecek. Ancak bu dönemde yağan yağmur suyundan içen herkesi delilik saracak. Bu sebeple şimdilerde suyunuzu depolayın ki delirten yağmurların suyundan içmek zorunda kalmayasınız.”

Bunun üzerine kral ülkesinde bulabildiği her depoya ve hatta en küçük testiye kadar su doldurulmasını salık vermiş.

Mevsim geçmiş gerçekten de kuraklık gelmiş ve halk depoladığı suyu yavaş yavaş tüketmiş. Delirten yağmurların mevsimi geldiğinde ise sarayın dışındaki halkın neredeyse hiç suyu kalmamış. Delirten yağmurlar devam ettikçe dayanamayıp sudan içenler aklını bir bir kaybetmeye başlamış. Delirenler çoğaldıkça aralarında azınlık kalan akıllılara deli muamelesi yapmaya ve her nedense aklı sonradan yerine gelen olursa onları da zindanlara tıkmaya başlamışlar. Bir vakit gelmiş ki saraydaki; bir avuç insan ve kral dışında memlekette akıllı kişi kalmamış. Öncesinde aklı yerinde kaldığı için sevinen kral bunun böyle yürümeyeceğini görmüş ve emrinde kalan bir avuç kişiye yağmur suyundan içmelerini ve kendisine de bir kâse yağmur suyu getirmelerini emretmiş. Son olarak demiş ki; “Herkesin delirdiği yerde asıl delilik akıllı kalmaktır.”

Asıl delilik farklı olmaktır. Bir maraton koşusuna dağcılık kıyafetleriyle gelen birisine deli diyebiliriz pekâlâ. Peki ya bir gün moda, bilim ya da güncel ahlaki değerler bizi maraton koşusunun usulünün dağcılık kıyafetleri olduğunu söylerse bu sefer deli demez miyiz şort, atlet ve spor ayakkabısıyla koşuya gelene? Şimdi bahsedeceğimiz filmin taşıdığı birçok alt metnin arasında en temeli ve belki de en korkuncu budur.

Biz de sizi izliyoruz…

Film Hakkında

“In The Mouth Of Madness”, Türkiye’de gösterime giren adı ile “Çılgınlığın Ötesinde” 1994 yapımı bir korku klasiği. Yönetmen koltuğunda başyapıtını ortaya koyan usta yönetmen John Carpenter, baş rollerinde ise harika performansları ile John Trent rolünde Sam Neill ve Linda Styles rolünde Julie Carmen bulunuyor. Ancak tabii ki Sam Neill filmin yükünü doğal yeteneğiyle tek başına sırtlıyor demek yanlış olmaz. Aynı zamanda film “The Thing” ve “Prince of Darkness” ile devam eden mahşer üçlemesi filmlerinin sonuncusudur. Ancak tabi bu üçlemenin hiçbir filmi bir diğeri ile doğrudan bağlantılı olmadığı için tekil bir film olarak ele alabiliriz.

Film, bir sigorta şirketinde müfettiş olarak çalışan John Trent etrafında geçer. John, sigorta şirketinden para koparmak için çeşitli kurnazlıklara başvuranların foyalarını bir dedektif gibi ortaya dökmesiyle meşhurdur. Bir gün garip bir iş alır. Dünya çapında en çok satan yazar olan Sutter Cane ortadan kaybolmuştur. Bu olayın gerçek bir kaybolma mı yoksa yine sigorta şirketinden para koparmak için yayıncı kuruluşun bir oyunu mu olduğunu bulmak ise John’a kalır. Bu görevde ise kendisine yayıncı kuruluşun çalışanı Linda Styles eşlik edecektir. John ile Linda, Sutter Cane’in romanlarında yer alan Hobb Çıkmazı’nı ararken kendilerini senaryosunu bizzat Cane’in yazdığı olayların içinde bulurlar. Ancak bundan da daha korkuncu vardır. Cane’in yazdığı bu senaryoların arkasında gerçekte kim ya da ne vardır?

Alt Metin Mesajları

Baktığınız açılara göre bu eser sadece bir korku filmi olmanın çok daha ötesindedir. Delilik gerçekte nedir? Sorusunu defalarca sordurur. Neticede vardığımız nokta ise “Delilik, diğerlerinin olmadığı şey haline gelmek ya da onların düşünmediği şekilde düşünmektir.” Cevabıdır. Eğer bir kitabın içinde yaşıyorsanız ve bunu yalnızca siz biliyorsanız, siz durumun farkında olan bir akıllı değil düpedüz delisiniz demektir. Bunun yanında karakterlerin isimlerinin farklı göndermeler içerdiğini söylemek sanırım yanlış olmaz.

Kabusların toplamı…

John Trent, İngilizce akım/moda anlamına gelen “trend” kelimesini çağrıştırır. Sutter Cane’in akımını istemeden de olsa o başlatır. Linde Styles ise “Style” kelimesini yani stili betimler. Stil bir müddet akımla beraber devam ederken tıpkı Styles gibi daha sonra bozularak kaybolur. İnsanlar ise yeni akımlar karşısında buna kapılarak başka birilerine dönüşür ve kendisinden olmayan her şeye saldırmaya başlarlar. Elbette bunlar yapımcılar tarafından doğrulanmış mesajlar değildir. Ancak bu kadar mesajın filmde rastgele oluştuğunu söylemek en hafif haliyle naiflik olurdu.

Yapım Notları

Filmi izlediğinizde eğer türe aşina iseniz açık H.P. Lovercaft ve Stephen King göndermelerini görebilirsiniz. Filmin bir yerinde Sutter Cane’in satışlarını övmek için Linda’nın “Stephen King”i unutabilirsin dediğini görürüz. Bu, içinde yaşadığımız dünyaya ait bir popüler kültür öğesinin adı ile birlikte filmde geçtiği tek yerdir. Ve hatta John Carpenter’in de daha sonra söylediği üzere Sutter Cane bizzat Stephen King’in kendisinden esinlenerek oluşturulmuştur.

Filmde yer alan yaratıkların tasarımlarına baktığınızda ise güçlü bir “Ctulhu” kokusu almanız kaçınılmazdır. Bununla birlikte tıpkı filmin adı gibi delilik tipik bir “H.P. Lovercaft” tarzıdır. Lovercaft’ın kendisine ait “at the mountains of madness” adlı bir romanı vardır ancak hikayesi tamamen farklıdır. Yazar Stephen King’in de adı dilimize “Çılgınlığın Ötesi” olarak çevrilmiş bir romanı bulunmaktadır ancak bunun da ne orijinal adı (Rose Madder) ne de konusu film ile alakalı değildir. Dolayısıyla film, birçok açıdan sırtını her ne kadar bu iki korku üstadına yaslamış olsa da doğrudan bir roman uyarlaması değildir.

En sevdiğim rengin mavi olduğunu söylemiş miydim?

John Carpenter’ın sinema hayatının inişli çıkışlı olduğunu söylemek mümkündür. Yönetmen, “Escape From New York (1981)” gibi büyük bütçeli başarılı filmler ve “The Thing (1982)” gibi değeri sonradan anlaşılan klasiklere imza attığı gibi “Ghosts of Mars(2001)” tarzında kendisine yakışmayacak yapımlarda da bulunmuştur. Bizim John Carpenter imzası olarak gördüğümüz şey ise bazen fantastik çoğunlukla distopik ve her zaman yüksek hayal gücü kullanılmış hikayelerdir. Filmin açılışındaki müziği muhakkak fark edersiniz. En az filmin kendisi kadar tekinsiz ve sağlam. Bu kadar esaslı bir elektro müziği de usulü üzere yine Carpenter’in bizzat kendi tarafından bestelenmiştir.

Filmden Notlar;

  • Yaratıkların canlandırmasında o dönem için çok yetersiz olan dijital efektler yerine animatronik kullanılması çok doğru bir tercih olmuştur. Aksi uygulanan filmler artık etkisini yitirmeye başladı (Bkz Star Wars Ep.1).
  • Filmin sonundaki postacı çocuğu belki tanımadınız ama o bizim gelecek Anakin Skywalker’ımız Hayden Christensen.
  • Filmin sonunda kendisini sinemada izleyen Trent tüm senaryoyu bir döngüye sokmuştur. Her şey sonsuza kadar tekrarlanacaktır.
  • “En sevdiğim rengin mavi olduğunu söylemiş miydim?”
Bu yazı, "Ünlü Yönetmenlerden Sinema Klasikleri" adlı yazı dizimizin bir parçasıdır.

Yorumlar