Japon Usulü Psychedelic Film: Hausu
‘En Garip Filmler’ listelerinde her daim hakkıyla yer alan 1977 yapımı Hausu, Yönetmen Nobuhiko Ôbayashi’nin, ‘Gece yarısı sineması’ geleneğine büyük bir miras bıraktığı yapımdır. Çocuk masallarından, animelere, absürdizmden, perili ev hikayelerine kadar bir dolu alakasız türü, konuyu birleştirmesiyle ufak çaplı bir efsane olmuş ve yıllar içinde kendi kitlesini genişletip, kült film olma özelliğini kazanmıştır.
Nobuhiko Ôbayashi Kimdir?
Filme geçmeden önce yaratıcısının kim olduğuna bakmakta fayda var diye düşünüyorum. Nobuhiko Ôbayashi 50’lerin ortasında tıp eğitimini yarıda bırakıp, Seijo Üniversitesi’nde sinema eğitimi görmeye başlar. Hausu’yu çekmeden önce de bir dolu reklam filmi yönetir ve bu reklamlarda tarz edindiği deneysel montaj üsluplarını daha sonra Hausu’nun yapımında bonkörce kullanacaktır. Reklam filmlerinin ardından tartışmalı isim Yoko Ono tarafından, kısa filmler çekmesi için cesaretlendirilir. Özellikle de 1966 yapımı Émotion adlı orta metraj filmiyle epey bir dikkatleri üstüne toplar. Çeşitli kurgu denemeleri yaptığı bu kısa filmler Japonya’nın yeraltı sinema çevrelerinde ilgi görür ve böylece en şöhretli filmi olacak olan Hausu’yu çekecek imkanların yolu da açılır.
Filmin Hikayesi Bir Çocuğa Ait!
Malumunuz 60’lar sonu 70’ler başı Hollywood, tüm dünya seyircisini avucunun içine almaktaydı. Endüstri, Jaws, The Exorcist gibi Dünya çapında blockbuster (dev prodüksiyonlu, gişe rekortmeni) filmlerle gücüne güç katıyordu. Düşünün birkaç yıl içinde Star Wars, Indiana Jones gibi epik seriler gelecekti. Haliyle Japon seyircisinin çoğunluğu da Amerika menşeli filmlere rağbet eder olmuştu. Seyircisinin büyük bir kısmının televizyona kaçtığı bir dönem olduğunu düşünürsek, işte Toho Stüdyosu’nun Japon işi bir ‘blockbuster filmi’ yapmak istemesini doğal karşılayabiliriz. Bir nevi Amerikalı Jaws’a Japon’un tepkisidir Hausu. (Bu arada filmin yapımcıları ilk olarak Japon usulü bir Jaws filmi yapmaya girişmişler, sonra ne olduysa ortaya bu hikaye çıkmış.)
Nobuhiko Ôbayashi, Hausu’nun hikayesini, 12 yaşındaki kızı Chigumi Ôbayashi’nin fikirlerini alarak yapmaya karar vermiş. Filmi izleyince pek de şaşırmayacağınız bir detay aslında bu. Muhtemelen Chigumi hikayeyi şöyle oluşturur: “Baba başı kesik uçan bir kafa da ekleyelim filme, Kung Fu yapan bir kız olsun adı da Kung-Fu olsun.” Hikayenin bu tarz en can alıcı ve fantastik fikirleri küçük bir kız çocuğu tarafından ortaya atılmış olsa da hikayeyi senaryolaştıran Chiho Katsura adında yetişkin bir senarist olduğunu ekleyeyim. Bu arada bir ekleme daha yapayım: Toho stüdyosu, Nobuhiko Ôbayashi’ye pek sıcak bakmamış başlarda ve film için başka yönetmen arayışına girmiş. (Herhalde bu film Jaws’a hiç benzemiyor diye şikayet etmişlerdir.) Filmi yönetecek biri çıkmayınca, Ôbayashi güle oynaya bu filmin yapımına girişmiş.
Bu Hausu Ne Anlatıyor?
Yaz tatiline girmek üzere olan 7 tane lise öğrencisi kızın aşırı neşeli halleriyle açılıyor film. Bu kızların, Angel, Fantasy, Mac, Melody, Kung-Fu ve Sweet gibi adları var. Anlayacağınız üzere bu lakaplar aynı zamanda karakterlerin fonksiyonlarını, biz seyirciye en kolay yoldan belirtme görevini üstleniyor. Yani Kung-Fu karakteri çok iyi dövüşürken, Melody isimli kız da bir müzik dehasıdır. (Oldukça absürt bir piyano sahnesine hazır olun!) Filmin ilk yarım saati, chibi (çibi) tarzı sevimli anime karakterlerine benzeyen kızların, şakalaşıp, gülüşmelerine odaklanıyor. Kimi izleyiciye bu toz pembesi, anlamsız diyaloglar biraz yorucu gelebilir. (Filmin bir iki önemsiz erkek oyuncusu dışında tamamen kadınlardan oluştuğunu söyleyeyim.) Film ilerledikçe hikaye de yavaş yavaş şekillenmeye başlar:
Esas kızımız Angel (tabii ki adı başka ne olabilirdi?) birdenbire ortaya çıkan üvey anne adayı neticesinde, yıllardır görüşmediği teyzesine bir mektup yazar. Teyzesi ikinci dünya savaşında nişanlısını kaybettikten sonra insanlardan uzakta, dağın tepesindeki köşkünde inzivaya çekilmiş gizemli bir kadındır. Teyzesinden gelen daveti görünce Angel, diğer arkadaşlarını da yanına alarak, kırsaldaki esrarengiz şatoya gitmeye karar verir. Biliyorum kulağa tipik bir perili ev hikayesi başlangıcı gibi geliyor. Ama asıl mesele yönetmenin bu klasik perili ev hikayesini nasıl da ‘delilik’ boyutunda yorumladığı kuşkusuz. Filmin ikinci yarısından itibaren, teyzenin evinde gerçekleşecek psychedelic anlarla bezeli maceraya hazır olun ve bu hikayenin küçük bir kızın düş gücünden çıktığını unutmayın derim.
Kurgu Değil Başka Bir Şey
Nobuhiko Ôbayashi, 90’larda altın çağını yaşayan video klip estetiğinin ilk örneğini Hausu başyapıtında gerçekleştirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. İlk dönem Danny Boyle’ın filmlerindeki hızlı kurguyu, Oliver Stone’un tartışmalı filmi Natural Born Killers filmindeki çeşitli görsel üslupların birleşimiyle olan sahneleri bir hatırlayın isterim. Ya da Mtv de karşımıza çıkan video klipleri. İşte yıllar önce Hausu da, bu üslupların çok daha deneysel ve biricik bir şekilde yapıldığını görünce şaşırmadan edemiyorsunuz. Filmin zamansız olması da bundan kaynaklı diye düşünüyorum. Bu arada Hausu da çokça Amerikan sineması göndermeleri mevcut, Filmin ilk yarısında çoğu sahnede karşımıza çıkan pastel renk tonları, Hollywood’un 1940’ ve 50’lerde uyguladığı, (Gone with the Wind (Rüzgar Gibi Geçti) filminde doruk noktasına ulaşan) renk paletine bir örnek. Filmin plastik ve masalsı havasının altını çiziyor adeta bu renkler.
Masallardaki Prensesler, Kötü Cadılar
Ôbayashi, kimseye benzemeyen hikaye anlatımını yer yer grotesk, yer yer de tam anlamıyla bir hız treni anlayışıyla gerçekleştirmiş. Filmde olayları ya da gidişatı tahmin etmek, mantıklı bir yorum yapmak pek de mümkün değil. Film zaten bizden bunu istemiyor, bir lunaparka girip, sihirli aynalar karşında gördüklerimize şaşırıp, gülmemizi istiyor bence. Sürrealist ve bir o kadar dinamik kurgu, çizgi karakterler, stilize çekilmiş sahneler, sürekli gerçekleşen tür değişimi (tarz değişimi), renk oyunları; tüm bunlar seyirciye adeta gövde gösterisi yapıyor. Obayashi sanki sinemanın tüm tekniklerini tek bir filmde kullanmak için çabalamış. İşin garip tarafı, bu denli farklı anlayışlarla bir araya gelen sahnelerin, bu filmde tam anlamıyla bir bütünlük oluşturuyor olması.
Hausu’yu Dario Argento’nun çektiği Suspiria (77) ve Phenomena (85) gibi filmlerle kıyaslayan bir kitle olduğunu söyleyebilirim. (Filmin masalsı havası ve odak noktasının genç kızlar olmasından dolayı.) Bana kalırsa Hausu adeta, Dario Argento sinemasının Walt Disney masallarının ırzına geçmesinden doğan garip bir bebek gibi. Bir şekilde bakmaktan kendinizi alıkoyamadığınız ve ‘ben şimdi ne izledim’ gibi sorularla afalladığınız bir şaheser. Belki de tıpkı David Lynch’in sinemasında yaptığı gibi, rüyalardan yararlanıp yeni bir anlatım dili, yeni gerçeklikler yaratmaya çalışıyordur yönetmen filmlerinde. Tabii bunu oldukça eğlenceli bir üslupla yaptığını belirteyim. Hausu her şeyden önce çocuk masallarını merkezine koyan tam bir parodi filmi. Unutmayın bu masal da Pamuk Prenses de var, kötü kalpli cadı da. Tipik bir masumluğun, yaşlı mutsuz cadıyla çarpışması hikayesini de izliyoruz denilebilir. Tabii ki de Japon usulü bir ‘delilik’le.
Son Olarak
Film, vizyon zamanında ülkesindeki eleştirmenler tarafınca pek hoş karşılanmasa da hatırı sayılır bir seyircinin ilgisini çekmiş, fakat dünya çapında bilinirliği 2000’ler sonunda, özellikle de The Criterion Collection tarafından restore edilerek DVD ve Blu-Ray’ye basılmasıyla olmuş. Her geçen yıl da bu kült yapım daha geniş kitlelere yayılıyor ve yeni fanlar kazanıyor. Her ne kadar türü korku olarak lanse edilse de, içinde yok yok diyebilirim. Saf bir korku filmi beklentisiyle değil de, absürt, fantastik bir film izlemek isteyen seyirciye karşılığını verecektir bu benzersiz iş. Unutmayın ki finale doğru işler çığırından çıkacak ve bir oda dolusu kan perdeyi ve seyirciyi adeta boyayacak. Küçük bir çocuğun hayal dünyasından çıkan, babasının da bu hayalleri görselleştirdiği bir filmi kim izlemek istemez ki sonuçta?