Josephine March’ı Neden Bu Kadar Çok Seviyorum?

Bir Roman Okudum ve Hayatım Değişmedi

Küçük Kadınlar halen en sevdiğim kitaplar listesinde yer alır. Bu durum romanın mükemmel olması, yazarın mesajının eskimemiş olması vb vb ile ilgili değil. Zira roman mükemmel değil, güncelliğini tam yitirmemişse de günümüz okuyucusuna eskimiş gelebilecek tarafları var. Belki de kitaba düşkünlüğümün temel sebebi, romanı tam okumam gereken yaşta okumuş olmam.


Dikkat! Yazı bu noktadan sonra fena halde spoiler içerir. 151 yaşında bir romanın spoiler’i olur mu, bence olmaz, ama yine de uyarayım.


Küçük Kadınlar ile tanışmam, daha okuma-yazmayı ancak sökmüşken annemin bana “Dört kız kardeşin romanı, en küçükleri piyano çalıyormuş, ama o sonra ölmüş” diye masal niyetine kitabı özetlemesiyle başladı. Annem belli ki ağır spoiler vermiş, bu kadarını Friends’de Rachel Joey’e yapmıştı en son. Tabii ki bizimkinin hafızasında hikâye yanlış kalmıştı ve ölen kız en küçükleri Amy değil onun bir büyüğü Elizabeth idi. Okumayı söktükten ve biraz uzun kitapları okumaya başladıktan sonra romanın Serhat Yayınevi’nin çıkardığı kısaltılmış çevirisini okudum. Sonra bu versiyonu herhalde bir on defa daha okudum.

Bir iki yıl sonra romanın “İyi Zevceler” diye bilinen devamını edindim. İyi Zevceler romana İngiltere’de yayınlandığı zaman biçilen isimmiş meğer. Beşinci sınıfa giderken ise bu ilk iki cildi bir araya getiren Küçük Kadınlar’ın İnkılap Kitabevi baskısını Cağaloğlu’ndaki İnkılap Kitapçısı’ndan edinmiştim; İstanbul (Erkek) Lisesi’nin dershanesine gidiyordum o dönem. Zaten yeterince sıkıcı olan yaşamımı annem kurs öncesinde veya sonrasında Sultan Ahmet Köftecisi ve Konyalı gibi lokantalara Cağaloğlu’ndaki kitapçılara uğramak suretiyle renklendirir ve çekilir kılardı. Maalesef bu kitabın çevirisi de tam değil, bazı bölümler kısaltılarak geçilmiş. En nihayetinde kitabı orijinal dilinden geçen yıl okudum.

Little Women Evrenine Girerken

Bilen bilir, March Ailesinin serüvenleri iki cilt Küçük Kadınlar ile bitmez. Hikâyenin devamı Jo’nun kocası Fritz ile beraber Plumfield Okulu’nda yaşları 3-16 arası değişen oğlanları ve iki kızı eğittiği Küçük Erkekler ve bu veletlerin büyüyüp duygusal çalkantılarla sarsıldığı Jo’nun Çocukları isimli romanlarda yer alır. Şu ana kadar yazdıklarımdan anlaşılacağı üzere, serinin merkezinde Jo, yani Josephine vardır. Jo, ilk romanın başında 15, sonunda 16 yaşındadır; yani yaş aralığı 8-15 arası olan pek çok genç kızın kendini özdeşleştirebileceği bir dönemdedir.

Aynı şey, 17 yaşındaki en büyükleri Margaret ya da Meg, 13’ündeki Beth ve 12’sindeki Amy için de söylenebilir elbette, zira özellikle romanın ilk yarısında kız kardeşlerin hikayesi ve rolleri epey dengeli dağılmıştır. İkinci yarıda ise ağırlık Amy ve Jo’ya kayar. Meg ihmal edilmez ama Beth tam bir gizemdir. Ne hissediyor, neler yaşıyor çok fazla bilemeyiz. Oysa onun hikayesi de epey ilginç olurdu: Genç yaşında öleceğinin farkına varan, bu gerçekle yüzleşmeye ve bunu kabullenmeye çalışan bir kadının psikolojisi epey ilginç. Öte yandan, daha önce bu sitede yer alan bir diğer yazımda bahsettiğim üzere, geçmiş başka bir ülkedir ve orada ölüm çok daha sıradandır.

Kim bu March Ailesi?

Louisa May Alcott’un bu karakterleri, hatta kitaptaki anne-baba karakterini kendi ailesini temel olarak oluşturduğunu biliyoruz. Gerçek hayatları da kitap kadar ilgi çekici: En büyük abla Anna iyi bir aktris olarak potansiyel vaat etse de sonu evlenip evinin kadını olmaktır. En küçükleri Abigail May ise yetenekli bir ressamdır ve hikayelerini satan Louisa sayesinde Boston’da eğitim alır, Avrupa’da kariyerine devam eder. Okuduğum bir iki kaynakta “Ailenin meleği” diye nitelendirilen, ölümüyle epey travma yaşatan Elizabeth ise 22 yaşında kızıl nedeniyle hayatını kaybeder. Elizabeth hakkında basit bir araştırma sonucu bulabildiğim bu kadar, ama Wikipedia’dan cenazesinde Ralph Waldo Emerson, Henry David Thoreau gibi isimlerin konuşma yaptığını öğrendim.

Ebeveynleri ve kızları çevreleyen dünya hakkında önemli bir bilgi. Zira bu kızları yetiştiren anne ve baba da eşit derecede ilgiye değer. Bronson Amos Alcott ve Abigail Alcott çifti dönemin edebiyatçılarının dahil olduğu entelektüel bir çevreyle iç içedirler. Transandantalizm akımını benimsemiş aile kızlarının eğitimi açısından Sokratesçi yöntemi tercih ederler: Öğencinin kafasına bilgiyi nakşetmektense, bilgiyi kendi kendilerine soru sorarak bulmalarını sağlayan bir sistemdir bu.

Nitekim Küçük Kadınlar’ın ikinci kısmında Mr March torunu Demi’ye din eğitimi verirken tam da bu fikrin savunusunu yapar: Mrs March’ın “çocuğun kafasını karıştırma” endişesine karşın, zaten onun kafasında olan sorulara cevap verdiğini ifade eder. Dönemin ezberci mantığı dikkate alındığında epey önemli bir yaklaşım. Bunların da ötesinde aile kölelik karşıtıdır, Bronson Amos Alcott kadınların oy hakkı edinmeleri gerektiğini ifade etmekte, vegan dietinin faydalarından bahsetmektedir. Bugün olsa pek çok kişi kendisine SJW yaftasını yapıştırır mıydı bilemedim. Yine de üç öngörüsünden ikisinde haklı çıktı, üçüncüsü henüz yaygın sayılmasa da çevre ve doğa hakları açısından farklı yerlere gittiğimiz açık.

Bu fikirlerin izleri seride yer yer göze çarpar: Küçük Erkekler romanı, çocukları kurallara boğmadan hem bedenen hem de ruhen gelişmelerine imkân sağlayan bir eğitim sisteminin denenmesidir. Jo’nun Çocukları’nda ise Jo’nun tıp eğitimi almış eski öğrencisi Annie/Nan kadınların oy hakkına sahip olmaları gerektiğini ateşli bir şekilde savunur ve birlikte büyüdüğü erkekleri de bu konuda tek tek ne düşündüklerine dair sorguya çeker. Seriyi kapatan bu son romanda Louisa May Alcott hem biraz muhafazakarlaşmış hem de biraz eğitici rolüne bürünmüş gibidir bence, ama ikinci jenerasyona geçmeden evvel konuya geri dönmeyi tercih ederim. March Kızkardeşleri, özellikle Jo’yu neden bu kadar çok seviyorum ve neden ara sıra kitabı elime alıp karıştırmak halen hoşuma gidiyor?

Şu Bizim Jo

Her şeyi başlatan kadın, Louisa May Alcott

Galiba bu sorunun cevabı, Jo’nun tipik bir genç kız olmamasında yatıyor. Gerçek hayatta anti-prenses timi olsam da kurgusal dünyada kitap seçerken pek öyle olmadım. Yine de, toplumun kendine biçtiği rolden memnuniyetsiz ve bunu her fırsatta dile getiren, yapaylıktan uzak, kalıba girmeyi sevmeyen, genellikle patavatsız, hayal gücü ve yaratma gücü geniş, buna karşın ayakları yere basan güçlü bir genç kız görmek hoşuma gitmişti. Dört kız kardeşin dördünün de isimleri de kısaltmalarıyla kullanılır, ama Josephine’in Jo diye anılması kimliği konusunda da epey açıklayıcıdır, kadınsı değil erkeksi bir duruşu (tomboy diye tasvir edilen genç kız tipi) vardır.

Nitekim dört kız kardeş arasında ergen tavırları açısından en iyi tasvir edilen de Jo’dur; daha romanın başında uzun boylu, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen biri olduğunu söyler bize Alcott. Romanın ikinci yarısında ise zarif olmasa da daha rahat hareket edebildiği anlatılır. Özel olarak güzel bir kız olmadığı belirtilir (“tek güzelliği saçları”) ama etkileyici ve çekici bir tiptir: “kararlı bir ağzı, komik bir burnu (yine ergenlik), keskin, her şeyi görürmüşe benzeyen, vahşi, komik veya düşünceli bakabilen gri gözleri vardı.” Sinema aktarımlarına bakınca yakın dönemde Winona Ryder Jo için fazla güzel ve ufak tefek elbette. Saoirse Roinan gri gözden yırtıyor, Jo’nun esmerliği konusunda ise sınıfta kalıyor. O dönemde kadınlarda beyaz ten makbul sayıldığına göre esmerlik de erkeksi duruşun bir parçası olarak düşünülmüş olsa gerek.

Jo, 19. yüzyılda genç bir kızın hanım hanımcık davranırken sıkıştığı kurallardan hoşlanmayan bir kızdır, modaya uymak, etiket kurallarını uygulamak gibi dertleri asla yoktur. Spor konusunda iddialıdır, futbol, kriket oynamayı ve bu konularda konuşmayı sever. Öte yandan bu güçlü kadının müthiş bir öfke kontrol problemi vardır; az kalsın kız kardeşinin hayatına mal olacak kadar kincidir. Gerçi o konuda Amy’ye kızmakta haklıydı. Gerçek hayatta son derece yakın oldukları bilinen Abigail May ve Louisa’nın romanda rakip kardeşler gibi sunulmaları ve pek de iyi geçinememeleri ise hoş bir detay. Öte yandan karakter olarak birbirine yakın olan iki kız kardeş de onlar: Meg ile Beth daha sakin, daha hırssız tipler. Bu nedenle de Amy Meg’in Beth de Jo’nun gözdesidir.

Amy’ye Gıcık Olurken

Abigail May Alcott Nieriker’in kaleminde La Negresse isimli resim

Amy romanı okuyan pek çok kişinin hoşlanmadığı bir karakterdir ama ben yıllar geçtikçe kendisine olan antipatimi yitirmeye başladım galiba. Birinin edebiyat, ötekinin resim alanında gelişen ortak tutkuları ve diğer iki kız kardeşten farklı olarak yeteneklerinin peşinden gitmek konusundaki kararlılıkları bir yana, Jo’nun tamamıyla zıddıdır Amy. İki kız kardeş de hırslı, yetenekli ve azimlidir. İkisinin de sanatları yoluyla yoksulluktan kurtulmak gibi bir amaçları mevcuttur. Ancak bildiğini okuyan Jo’nun aksine Amy her bakımdan içinde bulunduğu toplumun kurallarına adapte olabilir.

Dönemin ruhunu anlamış, yoksul bir kadının bazı kurallara uymadığı takdirde kabul görmeyeceğini sezmiş gibidir. “Zengin kadınlar olsaydık, şahane güzeller; veya mevkimiz olsaydı, belki bir şey yapabilirdik, ama şu anda bir beyefendiye kaş çatmak bizi sadece garip ve muhafazakar gösterir.” Bu sözlerini onaylamayan Jo’ya verdiği yanıt ise şöyle: “Bu konuyu tartışamam sadece biliyorum ki dünyanın düzeni bu ve buna karşı çıkanlar sadece çektikleri acıya karşı alay görüyor. Reformcuları sevmem, umarım sen de bir reformcu olmazsın.” Yukarıdaki cümleler, Jo ve Amy’nin kitabın ikinci yarısında aynı günde birkaç eve misafirliğe gittikleri bölümden alıntı. Bu bölüm iki kız arasındaki zıtlıkları çizmek konusunda epey başarılı. Yine bu bölüm Amy’nin Avrupa seyahatinin de kilit noktasını içeriyor. Bu arada aç parantez, şu ana kadar yapılan film uyarlamalarının aksine kitapta March Hala değil, kızların diğer halası Carrol Hâlâ götürüyor Amy’yi. Çok da önemli bir detay olmayabilir.

Amy kibar çevrelerce bilinmek, tanınmak ister. Oyunu kuralına göre oynar. Jo Amy’nin kendisinin sahip olamadığı sabra sahip olduğunu da bilir. Üst üste birkaç ziyaret sonrasında önceden yanında refakatçi olarak çalıştığı March Hala’ya gitmek istemez, şimdi onu kaldıramayız diye mazeretler ileri sürerken Amy, “Hala bizim ziyaretlerimizi seviyor, bu onun için yapabileceğimiz basit bir şey” diye cevap verir. Akabinde Jo kız kardeşinin sabrına gıpta eder: “Sen ne iyi kızsın Amy, keşke benim için de insanların hoşuna giden basit şeyleri yapmak sana olduğu kadar kolay gelse. Bunları düşünüyorum ama hayata geçirmek çok zaman alıyor, sonra da daha büyük bir iyilik yapmak için bekliyorum ama küçük şeyleri kaçırıyorum.” Amy de Jo’nun kendisinin asla sahip olmadığı bazı yeteneklere sahip olduğunun farkındadır: “Kadınlar özellikle yoksul olanlar hoş olmayı öğrenmeli, zira kendilerine gösterilen iyilikleri ancak böyle ödeyebilirler. Bunu anlar ve uygularsan benden daha çok sevilirsin, zira sende çok daha fazlası var.”

Gönül İlişkileri

Laurie’nin Jo’dan ziyade Amy ile evlenmesine şaşırmıyorum: Her ne kadar Amy Laurie’ye ayarın kraliçesini vermiş olsa da, karakter olarak Laurie Amy’den daha olgun, Jo’ya göre ise daha çocuksudur. Nitekim Alcott bir kadınla erkeğin evliliğinde erkeğin kadından daha aklı başında, ayakları yere basan bir tip olması gerektiğini savunur, ya da en azından romandaki tüm birleşmeler bunun göstergesidir. Jo Laurie’nin gençlik aşkı olabilir ama Laurie Jo’nun gençlik aşkı değildir. Hatta Jo epey anaçtır Laurie’ye karşı, evlilik gerçekleşseydi ortaya muhtemelen hastalıklı bir ilişki çıkardı. Romanın ilk yarısında son derece eğlenceli bir karakter olan Laurie ikinci yarıda züppeliğin kıyısında durmaktadır.

Ama Alcott nedense bunu hep yapar: İyilik Meleği olarak dilimize kazandırılan (ve Altın Kitaplardan çıkmış) An Old Fashioned Lady romanında da ergenken son derece eğlenceli bir karakter olan Tom Shaw büyüyünce şapşallaşır. Gerçi benim okuduğum çeviri bu kitabın ikinci bölümünü nedense es geçmiş. Hikayenin bir devamı olduğunu önce alakasız bir çizgi roman uyarlamasından öğrendim -sanırım Bando dergisi hediye etmişti- sonra da kitabı Project Gutenberg’den okudum. Yine Alcott’un bildiğim kadarıyla türkçeye çevrilmeyen Eight Cousins adlı roman serisinde benzer bir hikaye mevcut.

Dönelim Küçük Kadınlar’a. Damatlardan bir diğeri, John Brooke’un en temel özelliği olgun, anlayışlı, dürüst ve çalışkan bir adam olmasıdır, maalesef üç damat arasında en sıkıcı olan odur. Bu durum nedense Küçük Erkekler kitabında artmış gibidir. Küçük Kadınlar’ın ikinci bölümünde karısıyla birlikte konsere, tiyatroya gitme planları kuran John, Küçük Erkekler romanında “Kendini insanlara yardım etmek hariç pek çok zevkten mahrum bırakan” birine dönüşür. Galiba terim daha icat edilmeden O(ut)O(f)C(haracter) hatası yapmış Alcott.

Ve Sonsuza Dek Mutlu Yaşadılar

Aktrisliği bırakıp evinin kadını olan Anna Alcott Pratt

John Brooke demişken, Meg’in evlilik yaşamındaki sorunlar Küçük Kadınlar’ın sinema uyarlamalarında pek yer bulamaz. Sinemacılar belli bir döneme kadar romanın mevzusunu “Evlilik geldi, hikâye bitti” olarak mı algıladılar bilemiyorum. Bir yandan ev idaresi, diğer yandan çocuklarla becelleşen Meg bu süreçte tamamen çocukların esiri olur. Dayanamayarak bu konunun işlendiği bölümden uzun bir alıntı yapacağım, çeviri bana ait: “Fransa’da genç kızlar evlenene ve “Yaşasın özgürlük!” diyene kadar sıkıcı bir dönem geçirirler. Amerika’da, herkesin bildiği gibi, kızlar erkenden bağımsızlık bildirgesini imzalar ve özgürlüklerinin tadını cumhuriyetçi bir heyecanla çıkarırlar ancak; genç anneler genellikle ilk varislerinin doğumuyla tahttan feragat ederler ve neredeyse bir Fransız manastırı kadar kapalı olan –ama o kadar sessiz sakin olmayan- bir inzivaya çekilirler. Hoşlarına gitsin veya gitmesin düğün heyecanı sona erdikten sonra hayali bir rafa kaldırılırlar ve çoğu, geçenlerde güzel bir kadının yaptığı gibi, haykırırlar ‘Ben her zamanki gibi güzelim, ama artık kimse beni fark etmiyor, zira evliyim”.

Bu paragrafın akabinde Meg’in kendisini tamamen çocuklarına adadığı, sürekli sinirli olduğu ve kocasına pek ilgi göstermediğinden bahsedilir; kocasıyla birlikte bir şeyler yapmayı, konsere gitmeyi, eve insan çağırmayı veya çocukların ateşi, yemeği harici konulardan bahsetmeyi unutmuştur Meg. John da bu nedenle huzursuzdur ve evinde oturmak yerine yeni evlenmiş arkadaşının yanında komşuculuk oynar. Elbette bu hususta çare kadından gelmelidir, zira Alcott yine de 19. yüzyılın insanıdır ve yuvayı dişi kuş yapmaktadır. Meg annesine kocasının kendini ihmal ettiğinden yakındığı zaman Mrs. March’ın verdiği öğüt bugün feministleri kızdırabilir. Yine de bu satırlarda halen akılda tutulması gereken bir sağduyu var. O dönemde ev sorumluluğunun paylaşılması bir norm değilse de erkeğin karısına yardım edebileceği bir ortam yaratmak gerektiği anlatılıyor romanda.

Çocukların sadece annenin değil, babanın tarafından da terbiye edilebileceği, yetiştirilebileceği, çocuk odasının kapısının erkeğin yüzüne kapanmaması gerektiği ifade ediliyor. Mrs. March açıkça “Oraya fazla kapanmak seni de sinirli yapıyor” diyor kızına. Henüz kadının beyin yorgunluğu kavramı ortada yok elbette, ama Alcott en azından 1870’lerde evliliğin sağlığı için eşlerin çocukların terbiyesinde ortak sorumluluk almalarını ve çocuklardan bağımsız bir sosyal hayatlarının ve konuşma konularının olması gerektiğini görmüş gibi duruyor. Kendisi hiç evlenmedi, bunu nasıl gözlemlediğini merak ediyorum; belki Anna dolayısıyladır gerçekten. Çocuk eğitimi ve terbiyesi konusunda yazmaya devam ettikçe Louisa’ya da “Anne olunca anlarsın” veya “Bekara karı boşamak kolay” demişler midir bilmiyorum ama kız kardeşi Abigail’in çocuklarını yetiştirirken deneyim kazanmış olabilir. 1879’da Abigail öldüğünde kızını teyzesine emanet ediyor. Louisa kendi adını taşıyan bu kıza 1888’e kadar bakıyor, öldükten sonra çocuk babası Ernest Nieriker’in yanına Avrupa’ya gidiyor.

Yorumlar