Kafası Akreplerle Dolu Bir Adamın Hikâyesi: Macbeth
“Kendimi bilmemek daha iyi
Ne yaptığımı bilmektense!”
Bir klasik düşünün, öyle ustaca kaleme alınmış, yüzlerce sene boyunca o kadar farklı biçimlerde yorumlanarak uyarlanmış, o denli belleklere yer etmiş ki bir oyuncu, bir yönetmen ya da bir yazar olarak yeniden ele almaya kalktığınızda size fazla seçenek bırakmıyor. Yani ya “hadi benim de bir yorumum bulunsun, ortamlarda havam olsun” der ve eleştirileri göze alırsınız ya da “daha fazla ne yapılabilir acaba” diye ciddi ciddi düşünerek yola girer ve yine eleştirileri göze alırsınız. Fakat her iki durumda da ihtiyacınız olan cesaret, ilk durumda yalnızca işe atılmanıza ve fazla yorum gücüyle desteklenmediği için muhtemelen sizi daha da batırmaya yararken, ikinci durumda adeta zihninize vuran bir ışık gibi sürecinizi, yolunuzu aydınlatır. Üzerinde düşünülmüş ve özen gösterilmiş işlerin bu denli parlamasının nedeni budur.
Evet, ne zamandır beklediğim, uykularımı feda ettiğim, belki ancak Force Awakens beklentimle yarışabilecek bir filmdi Justin Kurzel’in 2015 Macbeth yorumu. Çok iddialı bir iş olduğu, mükemmel bir şekilde seçilmiş başrol oyuncularından ve teaser’larda yakaladığımız o büyüleyici atmosferinden belliydi zaten. Ben büyük bir Michael Fassbender hayranı olarak, bu adamın oyunculuk meselesini ve hazırlanma süreçlerini ne kadar ciddiye aldığını da bildiğimden ve bir de kendisinin inanılmaz performanslarına artık şaşırmamayı öğrendiğimden, filmi gördüğümde fazla büyük bir darbe yemeyeceğimi düşünüyordum. Keza Marion Cotillard da son zamanların tartışmasız en yetenekli, en doğal, en güzel aktrislerinden biri ve hiç değiştirmediği o tatlı aksanıyla bile hafif esrik , kederli ama kadınlık gururu ve hırslarından bir türlü vazgeçemeyen bir Lady Macbeth’e o kadar güzel hayat verecekti ki, bundan o kadar emindim ki, filmi gördüğümde yine fazlaca şaşırmayacağımı düşünmüştüm. Ama ben kendimi yine 4 Aralık tarihini sabırsızlıkla beklerken buldum ve filmi seyretmeye başladığım ilk dakikalarda kalbimin sıkıştığını, yine hayretten ve hayranlıktan soluğumun kesilmeye başladığını hissettim. Sanırım söz konusu Macbeth olduğunda, üstüne bir de iyi oyunculuk ve atmosferi şahane bir yorum bulduğumda kendimi ne kadar hazırlamış olsam da dayanamıyorum.
Bahsi geçen Macbeth uyarlamasında aklımızı başımızdan alan Avustralyalı yönetmen Justin Kurzel, şimdiye dek 2005 yılında Short Tongue isimli bir kısa filmi, 2011 yılında Snowtown, 2013 yılında Avustralyalı yazar Tim Winton’ın kısa hikâyelerinden derlenmiş ve Cate Blanchett, Rose Byrne ve Hugo Weaving gibi oyuncuların yer aldığı festival filmi The Turning’in ardından Macbeth gibi büyük bir yapıma imza atmış biri. Belki de pek çoğumuzun yeteneğinden haberdar bile olmadığı ya da bir filmini seyretmiş olsak bile böylesi bir yapıma imza atabileceğine ihtimal vermediğimiz bir adam. Ama hepimizi fena halde ters köşe yaptığı da bir gerçek. Bu noktada, filmin müziklerini de Justin Kurzel’in inanılmaz yetenekli müzisyen biraderi Jed Kurzel’in yaptığını belirtmeden geçmeyelim. Belki de aile boyu Oscar’lanacaklar ama olsun, filmi olanca görselliği ve müzikleriyle düşündükçe tüylerimi ürperten bir aile bütün ödülleri kazansın, helal olsun!
Bu kadar sözün üstüne, Shakespeare’in ölümsüz eseri ve senaristler Jacob Koskoff, Michael Lesslie ve Todd Louiso’nun kaleme aldığı haliyle öyküyü kısaca özetleyeyim (Bu esnada SPOILER tehlikesi olabileceğini de şimdiden söylemiş olayım).
Öncelikle film, oyunun orijinalinde yer almayan, fakat Lady Macbeth’in bir repliğinden yola çıkılarak kendisinin (Ben çocuk büyüttüm, bilirim nedir tadı sütümü emen bir yavrunun. Öyleyken, mememi çeker alırdım dişsiz damaklarından, beynini ezerdim kendi yavrumun, senin ettiğin yemini etmiş olsaydım) çoğu kez çocuk doğurmuş bir kadın olarak yorumlandığı şekliyle başlar. Macbeth çifti ilk olarak, daha ilk sahnede, minik yavrularının cenazesindeki kederli halleriyle çıkarlar karşımıza. Alın size dram.