Karanlık Bir Lanthimos Tragedyası: The Killing of a Sacred Deer

Nefes alın. Burnunuzdan alın, ağzınızdan verin. Bunu en az beş kez tekrarlayın. Bu yazıyı okumadan önce bahsi geçen filmi seyretmişseniz bu, sizin için nafile bir uyarıdır elbette. Ama bahsi geçen filmi bu yazıdan önce okuyacaklar için daha faydalı bir girizgâh bulamadım açıkçası. Filmin, açık kalp ameliyatından bir sahneyle başlıyor olması ve seyirci olarak sizin dakikalarca vücuda kalp pompalayan çıplak bir kalbe bakmak zorunda kalacak olmanız da sizin için yeterli bir uyarı değilse ve filmi seyretmeye kararlıysanız, o halde yapacak bir şey yok demektir.

Başta Lobster olmak üzere, çekmiş olduğu farklı soluklu filmlerle son zamanlarda isminden bolca söz ettirmeyi başarmış olan Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos, izleyicilerini yine keskin çizgili karakterlerle dolu, psikolojik ve duygusal ağırlığı büyük bir dünyaya çekiyor. The Killing of a Sacred Deer, yönetmenin Lobster’dan sonra İngilizce çekmiş olduğu ikinci filmi. Bu filmde de yine Colin Farrell’la çalışmayı tercih etmiş. Farrel’ın, Lanthimos’un tedirgin edici, tekinsiz ve gerilimli sahnelerine, karanlık, efsunlu atmosferine ilginç bir uyum gösterdiği daha da anlaşılıyor.

Film, işinde başarılı ve karizmatik bir kalp cerrahı olan Steven Murphy (Colin Farrell), göz doktoru olan karısı Anna (Nicole Kidman) ve böyle bir aileye layık olabilmek için ellerinden geleni yapan iki çocuklarıyla, tam da olması gerektiği gibi yaşayan ailelerini ve Murphy’nin kanatları altına almış olduğu Martin ismindeki tuhaf, öksüz bir çocuğu konu ediniyor. Steven Murphy ailesine, mesleğine, meslek arkadaşlarına, ödül törenlerine ve bilimsel heyetlere, köpeğine ve evindeki çiçeklere, kısaca onu kusursuz bir birey kılan her şeye vaktini ve ilgisi ayırdığı gibi, Martin’e de sıklıkla vakit ayırıyor. Martin de babasının eski doktoruna minnet ve sevgi duyuyor, Murphy onu ailesiyle tanıştırıyor. Martin doktoru evine çağırıyor, annesiyle tanıştırıyor ve özellikle bu noktadan sonra işler biraz tuhaflaşmaya başlıyor.

Martin’in doktordan aşırı bir ilgi beklemeye başlaması, onu bir nevi baba figürü yerine koymak istemesi bir kırılma noktası oluşturuyor. Çünkü Murphy bu noktadan sonra koyması gereken tavrı ortaya koyuyor. Ve bundan sonra film, tam bir çılgınlık şölenine, kanlı bir tragedyaya, ironik bir hikâyeye (artık nasıl algılarsanız ona) dönüşüyor.

Lanthimos’un kendine özgü bir üslupla yaptığı ince ve alaycı toplum ve birey eleştirileri bu filmde de duygusuz monolog ve diyaloglarla karşımıza çıkıyor. Murphy ailesinin, hayatları cennet bahçesinde geçerken de cehenneme döndükten sonra da birbirlerine karşı aynı duygusuzlukla yaklaşmaları, aynı monoton şekilde konuşmaya devam etmeleri sinir bozuyor. Ama aynı zamanda izleyici olarak olayları tuhaf bir biçimde kabul etmenizi sağlıyor. Yemek yemeleri, çocuklarıyla münasebetleri, hatta sevişmeleri bile bu denli duygusuz olan bir çiftin, başına gelecekler karşısında duygusal bir yakınlık hissedemiyor, empati bile kuramıyorsunuz, ki bu gayet iyi bir şey aslında. Çünkü bu durumda bile yeterince sinirinizi bozan bir film, kendinizi tamamen özdeşleştirmeniz, karakterlere ısınmanız durumunda nelere sebebiyet verirdi, bilemiyorum.

Yönetmen Yorgos Lanthimos (ortada, sakallı) ve oyuncuları

Kutsal Geyiğin Laneti rahatsız edici bir film. Bu bir gerçek. Filmle ilgili ne düşünürseniz düşünün, bu gerçek tüm katılığıyla filmle aranızda öylece oturuyor olacak. Colin Farrell, senaryoyu okuduktan sonra bir süre inanılmaz bir rahatsızlık duymuş. Allahtan Yorgos tanıdığı bildiği adammış da fazla etkilenmeden atlatmış filmi. Nicole Kidman, filmi Iphigenia efsanesine ve Kubrick’in “The Shining”ine benzetmiş. Ki zaten filmin isminde kullanılan “kutsal geyik” metaforu da Iphigenia efsanesinden gelmektedir. Uzun uzun yazmak isterdim ama okuyucularıma bu kötülüğü yapamam, her zaman derim: OKUYUN VE KENDİNİZ ÖĞRENİN).

Bu kadar dil döktükten ve gerekli uyarılarda bulunduktan sonra, ön okumalarınızı, ön seyirlerinizi ve gerekli diğer psikolojik hazırlıklarınızı yapıp filmi seyretmenizi şiddetle tavsiye ederim. Seyretmemiş olanların ön hazırlık mahiyetinde Kynodontas ve/veya Lobster’ı da seyretmiş olmalarını tavsiye edebilirim, zira bu, düşüşün etkisini biraz yumuşatabilir.

Öyleyse şimdiden herkese keyifli (?) seyirler dilerim.

Yorumlar