Kitabı Okumuş Birinin Gözünden: Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları
Öyle Çok Gönderme Var ki…
Gönderme demişken, maşallah romanda da, filmde de ondan bol şey yok. Mesela Miss Peregrine (Eva Green) , Mary Poppins’den tutun da 80’lerin travmatik çizgi filmi Clemetine’de yine çocukları koruyan peri Hemera’ya kadar bir çok benzerliği bünyesinde toplamış. Arkadaşlar, Eva Green muhteşem. Gerçekten, gerçekten muhteşem. Hani kitap hiçbir şekilde ilginizi çekmediyse bile bari onu izlemek için gidin. Olağanüstü.
Çocuklar da ondan hiç geri kalmıyor. Özellikle eşyalara hayat verebilen Enoch’u canlandıran Finlay MacMillan ile, kızıl saçlı ateşli kızımız Olive Abraholos Elephanta’yı oynayan Lauren McCrostie’ye bayıldım. Özellikle ön gösterime giden tayfa olarak, Finlay MacMillan’ı genç bir Johnny Depp’e benzettik. Emma’yı canlandıran Ella Purnell’i zaten Maleficent’tan tanıyoruz. Onun da yüz hatlarını Helena Bonham Carter’a yakın bulduk doğrusu. Kendisi aynı zamanda dublörlük de yaptığı için, uçuş sahnelerini pek yadırgamamış olsa gerek. “Keşke evlatlık alsam!” diyeceğim kadar sevimli, başının arkasında dişleri olan ve 1950’lerin ünlü çocuk oyuncusu Hayley Mills ekolünde görünen Claire (Raffiella Chapman) ise tam bitirim. Bitki yetiştirebilen Fiona (Georgia Pemberton), kayaları kaldırabilen kuvvetteki minik Bronwyne (Pixie Davis, kızın adı Pixie yahu!) ve efektten yüzünü göremediğimiz (literal olarak) Millard’ın (Cameron King) filme kattıkları lezzet harikaydı. Ortam 2. Dünya Savaşı’ndan biraz daha eski, pek çok yorum sitesi karakterlerin Edwardian (1900’lerin başından bir dönem) göründüklerini söylemiş.
Buyrun bunlar da set görüntüleri:
“Maskeli Balerin” diye geçen ikizleri ise, -maskelerini yalnızca bir kez çıkarmalarına rağmen- gerçekten ikiz olan Joseph ve Thomas Odwell oynamışlar.
Beni ilginç şekilde hayal kırıklığına uğratan tek genç oyuncu, Merlin’den bu yana severek takip ettiğim Asa Butterfield oldu. Nazar mı değdi, nedir? Acaba Jacob’un tutuk bir ergen olmasını fazla mı abarttı? Halbuki, kitapta okuduğunuz ya da filmde seyredeceğiniz üzere, başlarda tutuk ama sonra kabak çiçeği gibi açılıyor karakter. Butterfield bunu nedense pek yansıtamamış. Oysa Hugo’daki oyunculuğu harikaydı. Umarım bu tutukluk sonraki filmlerde devam etmez ve bunu da “tuhaf” bir şey olarak hatırlarız. Pek tutmadığım bir diğer oyuncu olan Terrence Stamp de, Büyükbaba Portman’ı canlandırıyor. Bu isim de, yüz de geek tayfasına tanıdık gelmiş olabilir. Kendisi, Donner’ın Superman 2 filmindeki General Zod’un ta kendisi de ondan! Açıkçası Butterfield ile ne sahne kimyaları tutmuş, ne de oyunculukları göz dolduruyor, o yüzden filmin ilk sahnelerini epey çiğ bulabilirsiniz. Kurguda hoşuma gitmeyen tek nokta, Abe Portman’ın Jacob’a anlattığı hikayeleri, karakter öldükten sonra görmemiz. Bu bir tercih tabii, ama masal faslını başından görseydik de, Jacob’un yaşadığı trajediyle daha fazla empati kurabilseydik keşke diyor insan. Belki de, Asa Butterfield’in özellikle de ölüm sahnesindeki zayıf oyunculuğundan rahatsız olmuşumdur.
“Hiç ondan bahsetmeyecek misin?” dediğinizi duyar gibiyim, ama Samuel L. Jackson’un hayat verdiği Dr. Mengele tipli Barron üzerine fazla konuşmak istemiyorum. Gidin, afiyetle seyredin. Rolü küçük olmasına rağmen, tekinsiz suratlı ornitolojisti canlandıran Rupert Everett de bencen hiç fena değildi.
Bu da meraklısına,
Çocukların hiç büyümemesi, ister istemez Peter Pan’i hatırlatıyor. Sonuçta yaşadıkları yer de ada. Karnavaldaki Pirates of Caribbean soslu iskeletli dövüş sahnesi de, insana “Riggs’in kafası iyiymiş, güle güle kullansın, daha çok yazsın!” dedirtiyor.
Bayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları, pek çok okur tarafından “o gerçek, tüyler ürpertici resimlerin söz verdiği atmosferi taşımamakla” suçlanıp eleştirildi. Sanırım bunun en büyük nedeni, iyi bir ton tutturmakla, iyi bir roman yazmanın aynı şey olmaması. Romanla ilgili başka bir sorun da, konunun hangi yaş grubuna hitap ettiğinin pek anlaşılmamasıydı. Çocuklar için fazla trajik, ergenler içinse fazla çocuksuydu. Bu çocuksu ve basit kurguyu zaman zaman Burton bile örtememiş, özellikle ortalara doğru filmi biraz yavaş tempolu ve bayık bulabilirsiniz. Ama Burton, Riggs’in yakaladığı değişik tonu kendi dehasıyla yücelterek önümüze gayet lezzetli bir film çıkarmış. Daha izlemediyseniz, durduğunuz kabahat. “Sen nasıl da gidip izleyip bu kadar şey yazdın?” diyorsanız da eh, basın gösteriminde izlemiş olmanın da o kadar faydası olsun artık! Hepinize keyifli seyirler diliyorum.