Kıyıda Köşede Kalmış Bir Vampir Hikayesi: Byzantium
Eski tip vampir filmlerinin yerine yenileri gelmiyor, şu anda piyasada bulunan vampirlerle alakalı filmler, çoğunlukla romantik(!) ya da karanlık bir atmosferle yedirilmeye çalışılan aksiyon türünde dersek, pek yanılmış olmayız.
Şüphesiz ki, “Vampirle Görüşme” ve “Lanetliler Kraliçesi” gibi, Anne Rice’ın romanından uyarlanmış iki harika filmin ardından, yine Vampirle Görüşme’nin yönetmenliğini başarı ile tamamlamış olan Neil Jordan, bizleri 2012 yılında bir başka harika filmle mükafatlandırdı adeta. Zira, Alacakaranlık gibi bir filmin piyasaya sürülmesinin ardından Byzantium ekibi; “bu iş böyle olmamalı!” demiş olacak ki, ortaya muhteşem bir eser çıkarmışlar.
Kıyıda Köşede Kaldı Dedik?
Günümüzde “Vampir” konseptinin ne kadar revaçta olduğundan bahsetmeme gerek yok herhalde? Zira, geçmişe nazaran beyaz perdelerin ortaya koyduklarının yanı sıra, artık televizyonlarda da, çeşitli vampir konseptli diziye rastlamak mümkün. Özellikle, dizi furyasının, film dünyasından daha çok tutulmaya başlaması ile vampirlerde ama iyi ama kötü şekilde kendilerine bu alanda bir yer buldular.
Bu vampir furyasının artması ile birlikte, iyi ya da kötü o kadar çok yapım çıktı ki ortaya, geçmişte benim gibi bu tarz film arayışı içinde olan kişiler bile, artık vampir filmlerini oldukça normal hatta sıradan bulmaya başladı. Byzantium’un da, bu dönem içerisinde piyasaya çıkıp diğer filmlerle birlikte ortadan kaybolduğunu düşünüyorum. Elbette, Byzantium onlardan çok farklı.
Genel olarak, son dönemde çıkan vampir konseptli dizi ve filmlere bakacak olursak, hepsinde gördüğümüz ortak nokta, hepsinin karanlık bir teması olması. Vampirlerin geceleri avlanan yaratıklar olmasından mütevellit, ki artık gündüzleri de her türlü işlerini görebiliyorlar, bütün yapımlarda karanlık bir tema, kasvetli bir ortam, gri tonlarında bir ekranla karşılaşıyorken, Byzantium bizi ilk önce renkleri ile mest ediyor. Elbette bu renkler, alışılageldik şekilde değil de, alabildiğine solgun ama doygun şekilde ekrana yansıtılmış. Filmi izlerken, bazen uzun uzun bir tabloya bakarmışçasına takılıp kaldığımı hatırlıyorum.
Sıradan Gibi Ama Öyle Değil!
Evet, filmi izlemeden önce aklımız İstanbul’a gidiyor ister istemez. Fakat filmin İstanbul ile bir ilgisi yok. Bu sebepten hızlıca, spoiler’ları aşarak, kısaca hikayemizden bahsetmek istiyorum.
Clara (Gemma Arterton) ve Eleanor (Saoirse Ronan) 200 yıldır birlikte hayatta kalma savaşı veren, sürekli bir şehirden, diğerine göç etmek zorunda kalan iki dişi vampirdir. Sürekli diken üzerinde bir hayat sürerek, Eleanor’un bilmediği ve Clara’nın kim olduğunu paylaşmak istemediği birileri tarafından sürekli aranmaktadırlar.
Uzun bir kaçışın ardından, artık pes etmiş olacaklar ki, küçük bir ingiliz kasabasına sığınarak hayatlarını bir şekilde, burada sürdürmeye karar verirler. Bu esnada Eleanor, Frank (Caleb Landry Jones) ile tanışır. Clara ise Noel adında, yalnızlık çeken ve kendisine annesinden miras kalan Byzantium Oteli’nin işletemeyen tanışarak, kendisi ve Eleanor’u, Byzantium’a getirir. (Aslında Byzantium buradan geliyor.)
Byzantium’da kendilerine yeni bir hayat kurduklarına inanarak, güzel günler umut ederek yaşamaya başlayan Clara ve Eleanor, bir yandan ölümlülerin hayatına ayak uydurmaya, bir diğer yandan yaklaşmakta olan tehdidin üstesinden nasıl geleceklerini düşünerek, hayatta kalmaya çalışırlar. Elbette sonuç, beklenilenden biraz farklı olur.
Açıkçası, spoiler vermemek adına, hikayeyi sadece yüzeysel, sinema tanıtım sitelerinde olduğu gibi yazmak durumunda kaldım fakat, değineceğim başka konular da var!
Neden Byzantium?
Byzantium’a baktığınızda, hatta belki de yazının bu kısmını okuduğunuzda hoşnut kalmayacaksınız. Pekala, sıkı durun söylüyorum; Byzantium’da Vampirler güneşte gezebiliyorlar! Ama korkmayın, parlamıyorlar!
Filmin ana hikayesi, sürekli geçmişle gelecek arasında mekik dokurken, bir yandan, rol yapma oyunları ve hikayeleri ile ilgilenen ve sevenler için, bambaşka bir vampir mitosu doğurabilecek nitelikte. Aslında filmin senaristi Moira Buffini’nin, karakterlerimizi vampir olarak bile adlandırdığını sanmıyorum. Zira ne dişleri, ne de güneş ışıkları ile bildiğimiz vampirlerden oldukça farklı Byzantium’un vampirleri. Yine de kan içmek, dönüştürülmek ve genel geçer diğer vampir özelliklerine elbette sahipler.
Yine de, karakterlerin özgeçmişleri, hikayenin ana konusunun derinliği ile Byzantium, yavaş temposuna rağmen, meraklısını elinden bırakmayacak derecede etkileyici bir film. Eğer genel geçer ve yeni moda vampir filmlerine aşina iseniz, filmin sizi sıkacağına eminim. Lakin, Anne Rice romanlarından uyarlama, duygusal ve dramatik filmlere özlem duyuyorsanız eğer, Byzantium kesinlikle sizin için biçilmiş kaftan.