Kızıl Gezegen’i Hiç Böyle Görmemiştiniz: The Last Days On Mars
“Biz Dünyalılar, büyük ve güzel şeyleri yıkmak konusunda hünerliyizdir.”
Ray Bradbury çok haklı ve yarattığı enkaz arasında dolanıp duran insanoğlu da bunun en büyük kanıtı. Geçtiğimiz haftayı Mars’la ilgili bilimsel gerçekler, kurgular ve hurafelerle geçirirken hep Bradbury’nin bu sözü geldi aklıma.
Mars’la, The Martian’ın gerek filmi gerekse kitabıyla ilgili çok güzel yazılar yazıldı geçtiğimiz hafta içinde Kahramangiller’de. Mars temalı güzel filmler incelendi. Hepsi de iddialı filmlerdi. Ancak biri vardı ki, özellikle ben ele almayı çok arzu ettim. Çünkü her film kusursuz olmak zorunda değildir. Ama yine de bir yönüyle size kendini sevdirebilmiştir.
Bahsettiğim film, The Last Days on Mars. Sanırım Türkçe’ye birebir çevrildi (Mars’taki Son Günler olarak) ama zaten başka türlü bir çeviri, zaten durumu pek de iyi olmayan bu filme, tabirimi mazur görün çok daha “cheesy” bir hava katacaktı. The Last Days on Mars gibi bir filmin Türkçe isminin “Mars’ta Panik” ya da “Kanlı Gezegen” tarzında bir şey olduğunu düşünemiyorum.
Evet, IMBD puanı halihazırda 5.5 olan bir filmden söz ediyoruz. IMDB puanlarına göre film değerlendirmesi yapmayı bırakalı çok oluyor ama insan “Neden?” diye sormadan da edemiyor. Böylesi oyuncularla (tamam, “böylesi” oyuncu kullanımı özellikle hatta belki de yalnızca Liev Schrieber için geçerli, kabul ediyorum) Mars’ı konu alan bir film neden izleyiciler tarafından bu kadar nahoş karşılanmış olabilir? Mantık hatası mı, kurgu sıkıntısı mı, kötü reji mi, kötü oyuncu seçimi mi, hikâye kopuklukları mı yoksa oyunculuklar mı? Yoksa hepsi birden mi?
Hepsi birden cevabını verecek insanların sayısının hiç de azımsanamayacak ölçüde olduğunu biliyorum. Liev Schrieber ve Olivia Williams’a rağmen, oyuncuları hakkında bile, “Eh, bu filmden sonra şeytan görsün yüzlerini” diyecek seyirciler olabilir. İkisi de ayrı ayrı kabak tadı vermiş korku ve bilimkurgu konularının bu kez bir araya getirilerek önümüze sunulmasını gereksiz bulanlar, bayatlamış iki yemeğin birbirine karıştırılıp ısıtılması gibi mide bulandırıcı bulanlar da olmuş olabilir. Ama (evet, ters köşe geliyor, her ama sözcüğünün sonrası ilginçtir) özellikle de konu Mars, Ay ya da feza olduğunda, kanımca her film seyredilmeye değerdir.
Film 2040’larda (bunu biraz araştırma yapmasam kesinlikle anlayamazdım) Mars’ta yaşamı araştırmak üzere altı aylığına Kızıl Gezegen’e gönderilmiş sekiz kişilik Aurora ekibinin başından geçenleri anlatıyor. Ekibin Mars üzerindeki araştırmalarının bitimine yirmi dört saatten az kalmıştır ve kayda değer bir şeyler bulunamamıştır. Ancak bilim adamlarından Marko Petrović, kendi araştırdığı yüzeylerden birinde canlı örneği olabilecek mikroorganizmalara rastlamıştır ve keşfini ekibiyle paylaşmadan, çalışma arkadaşı Richard Harrington’la örneği bulduğu kayalığa gider. Petrović’in yokluğunda çalışmalarına göz atan hırslı bilim insanı Kim Aldrich onun buluşunu ortaya çıkarır ve birlikte Petrović’in dönüşünü beklemeye başlarlar. Ancak Petrović geri dönememiştir, daha doğrusu bulduğu şeylerden sonra ekibinin yanına Petrović olarak geri dönememiştir.
Belirtmekte fayda görüyorum: Bu bir Mars ve bir zombi filmi. İkisi bir arada, aynı tabağın içinde. Mars’ta yaşam fenomenini “mikro düzeyde yaşam” olarak ele alan ve bakteriyel yaşam formlarının havayı ve temas edilen her şeyi insan ırkı için zehirli kıldığı bir hikâye oluşturulmuş. Bir virüs, daha doğrusu bakteri misali yayılan bu yaşam formları insanları yaşayan birer ölüye dönüştürüyor ve Kızıl Gezegen kan revan içinde kalıyor.
Film, 2013 yılında İrlandalı yönetmen Ruairí Robinson tarafından Sydney J. Bounds’un “The Animators” adlı hikâyesinden uyarlanarak çekilmiş. Başrollerinde Liev Schreiber, Romola Garai ve Olivia Williams gibi tanıdık yüzler de yer alıyor. Benim çılgıncasına hayran olduğum adam Liev Schrieber, tarzına âşina olanları performansıyla pek şaşırtmıyor (Ray Donovan Mars’a gitmiş gibi adeta – ki buradan Schrieber’in kötü bir oyuncu olduğunu düşündüğüm anlaşılmasın) ama Olivia Williams özellikle göz dolduruyor. Liev Schrieber’in bu kadar az mimikle nasıl bu kadar beğenilesi performanslar sergilediğini anlayamıyorum, aslında bazen durum sinir bozucu bir hal de almıyor değil. Ama seyretmemiş olanlara, Ang Lee’nin Taking Woodstock filmindeki Vilma karakterine göz atmalarını şiddetle öneririm. İşte her oyuncuyla bir şekilde gönül bağı kurabiliyor insan. Neticede Sabretooth, Vilma ve Ray Donovan gibi üç ayrı karakter yan yana konunca, hepsini birden kotarmayı başarabilmiş bir aktör sevilesidir, candır sonucuna ulaşıyorum ben.
The Last Days on Mars, geçen haftanın Mars kutlamalarını devam ettirmek için seyredebileceğiniz, şans verebileceğiniz bir film. Ama ben yine de fazla bir şey beklememenizi şiddetle tavsiye ederim, sonradan aramız bozulmasın.
Keyifli seyirler.