Kocaman Gözlü Portrelerin Öyküsü: Big Eyes
“Neden gözleri bu kadar büyük?”
“Çünkü gözler, ruhlara açılan pencerelerdir.”
Evet, gözler ne kadar büyükse, hikâyeleri de o kadar büyüktür belki. Bunları yakalayabilen yazarların ve ressamların eserleri, bu pencerelerden içeri bakabilmeyi öğrenmiş oldukları için etkiler bizleri.
Özellikle 1950’li ve 60’lı yıllarda yaptığı kocaman gözlü çocuk portreleriyle ünlenen ama bu ününü (ne yazık ki) kadın olmanın ve daha da kötüsü zayıf bir kadın, bir anne olmanın sonucunda üçkâğıtçı bir adama kaptıran Margaret Keane’in insanda hayretler ve büyük bir takdir uyandıracak öyküsünü beyaz perdeye taşımış bu kez büyük yönetmen Tim Burton.
Bu önemli ve büyük projede, öncelikle senaristler Scott Alexander ve Larry Karaszewski, hâlâ hayatta olan Margaret Keane’in yaşamına dair hakları satın almışlar ve güzel bir senaryo yazmışlar. Tim Burton başta prodüktör olarak projeyi desteklemeye karar vermiş. Margaret ve Walter Keane rolleri için başta Kate Hudson ve Thomas Haden Church, sonra da Reese Witherspoon ve Ryan Reynolds düşünülmüş (E tabii bu iki kadın, Amerika’da ne kadar tatlı sarışın varsa onları oynamak zorundadır). En sonunda Tim Burton olaya yönetmen olarak da girişmiş ve başrollere son derece uygun iki aday, Amy Adams ve Christoph Waltz (işte bu!) uygun görülmüş.
İsterseniz, fazla spoiler vermemeye çalışarak sizlere biraz Margaret Keane’in hikâyesinden söz edeyim, zira takdir edersiniz ki film de biyografik bir film ve bu hikâye doğrultusunda ilerliyor. Margaret kadınların, özellikle de evli Amerikalı kadınların bügünkü kadar özgürlüğe sahip olmadığı 1958 senesinde, baskıcı kocasının zulmüne daha fazla dayanamayarak, kızını da alıp evi terk ediyor. San Fransisco’da bir arkadaşının (ki bu arkadaş, son zamanlarda Jessica Jones rolüyle Kahramangiller’in dikkatini ziyadesiyle çekmiş olan Krysten Ritter) yanına gidiyor ve burada kızına bakabilmek için mobilya süslemeleri yapan bir fabrikada iş buluyor. Kendi resmettiği kocaman gözlü hüzünlü çocuk tablolarına da devam ediyor (ki o dönem çoğunlukla kendi kızını resmediyor) ve bir gün açık alanda satmaya çalıştığı bu tablolarına övgüler yağdıran bir adamla tanışıyor. Çok geçmeden, kendini Paris’te eğitim almış ve orada yaşadığı dönemde gördüğü Paris caddelerini resmedip satan bir ressam olarak tanıtan Walter Keane’le evleniyor. Ve Margaret adeta başına talih kuşu konmuş gibi hissediyor çünkü kızıyla ortada kalmış dul bir kadının böyle anlayışlı, esprili, zengin ve görünüşe göre kendisiyle aynı frekansta biriyle evlenmesi şanstan da ötesi gibi geliyor ona (eh, o dönem şartlarında böyle bir kadının sıradan bir evlilik yapması bile öyle sayılır).
Zaman ilerledikçe Walter onun övmekle bitiremediği bu tabloları satmak istediğini dile getiriyor. Bir gece kulübünü kiralıyor ve duvarlara bu tabloları asmakla başlıyor. Ancak elbette genelde de olduğu gibi, insanlar sanatı böyle bir yerde de takdir etmiyorlar (Sanat galerilerinde “abstract art”ın “sanatseverler” tarafınca pek beğenildiği ve kapışıldığı, tuvalin üzerindeki birkaç yamuk fırça darbesinin milyonlar ettiği de bir gerçek tabii. Her dönemde olduğu gibi). Ve Walter, resimleri satın almaya başlayan ilk birkaç kişiye kendini tabloları yapan ressam olarak tanıtmaya başlıyor. İlk başta Margeret’a yaptığı izah (“İnsanlar ressamı gördükleri zaman resmi satın almak isterler”) oldukça geçerli gibi görünse de, Walter gerçekten işini bilen, dışa dönük ve pazarlama anlamında fazlasıyla yetenekli, çok zeki bir adam olsa da, ipin ucu bir noktadan sonra kaçıveriyor.
Bundan sonrasını filmde, özellikle Christoph Waltz’un inanılmaz performansıyla seyretmenizi ve Margaret Keane’in yaşam hikâyesini filmden sonrasına saklamanızı tavsiye edeceğim. Zira Keane’in yaşamı spoiler verebilir ve Waltz’un inanılmaz performansı da aklınızı başınızdan alacaktır,eminim. Waltz, Tarantino filmlerindeki performanslarıyla şimdiden iki Akademi Ödülü sahibi olmuş bir aktör, biliyorsunuz. Ve benim en yetenekli bulduğum, her bir performansını ağzım açık seyrettiğim aktörlerden biri. Waltz ve Adams, Big Eyes’taki rolleriyle 2015 Altın Küre ödüllerine aday oluyor ve Adams ödülü kucaklıyor. Bu arada Adams’ın karaktere, film için başta düşünülen iki adaydan (Kate Hudson ve Reese Witherspoon) çok daha iyi oturduğu ve iyi bir iş çıkardığı bir gerçek, ama bu kadının oyunculuğunda hâlâ kişisel beğenime uymayan bir şeyler olduğunu gizleyemeyeceğim (İtiraf ediyorum, ben bu filmde de Margaret rolünde Winona Ryder’ı görsem, “bu da ne” demezdim). Film müziklerinin yine Danny Elfman’ın elinden çıktığını söylemeye gerek yok. Ayrıca Lana Del Rey’in “Big Eyes” parçası da ona adaylıklar getiriyor.
Sonuç itibariyle karşımızda, Tim Burton gibi bir yönetmenin elinden çıkma, Margaret Keane gibi inanılmaz bir sanatçının ilginç yaşam öyküsünü konu alan, iyi oyuncu performanslarına sahip bir film var. Bu durumda bence size de seyretmek düşer.
Herkese keyifli seyirler.