Mad Max: Fury Road – “Kahraman”a Veda, Yeni Nesil Aksiyona Merhaba!
Miller, bu sefer tıpkı türün diğer güncel örneklerinde olduğu gibi, yaratmış olduğu dünyanın abecesine uzun uzadıya girmek yerine, daha ilk dakikasından itibaren izleyiciyi sürükleyici bir aksiyonun kucağına fırlatıyor. Yaratılan öykü evrenine dair bilgi kırıntılarını da çoğunlukla bu aksiyon curcunasının içine attığı bilgi kırıntılarıyla besliyor. Biraz da ticari bir hamle olarak düşünüldüğünde yılın en çok beklenen eğlence sineması örneğini izleyicinin önüne sunarken; sinema salonuna teşrif eden her izleyicinin aradan 30 yıl geçmiş bir seriyi dönüp izleme zorunluluğundan kurtarıyor. Hatta Mad Max: Fury Road yeni nesil sinemaseverler için o kadar başarılı bir biçimde makyajlanmış ki; Mad Max serisi ile daha önce hiç tanışmamış seyircinin önemli bir kısmı muhtemelen salondan çıktıktan sonra Max Rockatansky denen bu ağabeyimizin kim olduğunu merak edecek ve onun Mel Gibson tarafından posta büründürülmüş orijinal halini izlemek için eski seriye dönüp bakmak isteyecek!
Miller, “karakterin doğumu” gibisinden sancılı ve genellikle bu türden filmlerin ritmini düşüren bir dertten mustarip olmamanın ekmeğinin ucundan biraz kopararak izleyicinin ağzına atıyor. Öykü evreninin derinliği ile uğraşmayı serinin üçüncü filmiyle birlikte geride bırakan maharetli yönetmen; Mad Max: Fury Road ile birlikte aksiyon gazını kökleyerek, seyircinin nefesini sömüren şahane bir cümbüşe imza atıyor! Buna fırsat tanımak için de son derece aperitif ve seyri yormayan bir öyküye ev sahipliği yapıyor. Serinin dördüncü halkasının öyküsü kabaca şöyle:
Malum dünyadaki anarşi ortadan kalkmaya başlamış ve bir çeşit eyalet anlayışı geliştirilmiş ama bu yeni anlayışın, dünya çöktükten sonraki toplumsal kıyametin kol gezdiği anarşi dönemini arattığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Yeni filmimiz; kendisine daha diri, etli, butlu ve hatasız bir nesil yaratmanın derdine düşen ve bunun için yeri geldiğinde gen tacirliğine bile soyunan Ölümsüz Joe adındaki postmodern nazist tiranın; haremindeki kadınları gizli bir biçimde, Yeşil Diyar adı verilen yere kaçırmayı hesaplayan Furiosa adındaki “imparatoriçesinin” peşine düştüğü amansız takibi konu alıyor. Meselesinin çıkış noktası bu kadar berrak. Bu anlamda da posta apokaliptik sinemanın 90’lı yıllardaki benzer klişelerine ev sahipliği yaptığını söyleyebiliriz (Yeni filmdeki Mad Max’imiz, ilginçtir, Waterworld’deki Mariner kadar vahşi, güvenilmez ve başkalarına karşı da güvenini yitirmiş bir adam. Kafilenin peşinde düştüğü yeşil diyarın da artık gelenekselleşen kıyamet sonrası “yaşanılabilir” ülke, şehir arayışına denk düşmesi elbette ki Miller’ın bilinçli tercihi).
Tabi bir diğer kıyamet sonrası faktörü olan yol ve yolculuk… İşte Mad Max: Fury Road’ın aslen ilgilendiği kısım da bu! Bu faktörü baştan özetlemek gerekirse eğer: David Carradine’in Death Race 2000 ya da Death Sport gibi ölümcül araba yarışı filmlerini Mad Max evrenine entegre eder ve aksiyon gazını da alabildiğine köklerseniz, Mad Max: Fury Road’un kaba tarifini bulabilirsiniz. Baş döndürücü kamera hareketleri, akıllara zarar araçları ve izlerken ağzınızı kurutacak denli gerçekçi görsel işçiliğiyle; şu son yıllarda örneğine rastlamamız iyiden iyiye zorlaşan bir eğlence sineması doyumluğu sunuyor adeta!