Melancholia: Bir Kıyamet Türü Olarak Melankoli
Filmin incelemesine öncelikle adından başlamak istiyorum. Çünkü melankoli veya melankolik olmak başta birey olmak üzere, toplum üstünde de ciddi hasara sebep olabilecek bir psikolojik sorun veya sorun belirtisidir. Çünkü insanlığın belki de yaradılıştan bu yana cevap aradığı sorulardan birisi de; kuşkusuz mutluluğun tanımı ve kaynağı üzerinedir.
Birey yaradılışının nihai amacını keşfetme yolculuğuna çıktığında, yanına almaktan ödün vermeyeceği nadir şeylerden biriside mutluluktur. Ve melankolik bir birey mutluluğu keşfetmekten son derece uzak olmakla kalmaz, etrafındakileri de uzaklaştırır ister istemez. Mutsuzluk da en az mutluluk kadar bulaşıcıdır yani. Bunun filmle alakası ise; filme adını veren Melancholia adlı gezegenin dünyayı yok etmesi. Filme ve filmdeki ana karakterlerden birisi olan Justine’e göre evrendeki yaşamın olduğu tek gezegeni, yani dünyayı yok eden gezegenin adı melankoli.
Yönetmen sanki bu ismi seçerek izleyene bir mesaj vermek istemiş gibi değil mi? Günün birinde tüm yaşamı mutsuzluk, melankoli ve yalnızlıktan doğan psikolojik sorunlar yok edecek der gibi. Yok olanın bizzat bir yaşam formu olarak insan türü olması gerekmiyor, bizi insan yapan değerlerimizi ve duygularımızı yok etmesi yeterli. Yok oluşumuz yalnızlıktan ve onun peşi sıra koşturan psikolojik sorunlardan olacak. Yavaş yavaş tüm bağımız kopacak insanlıktan, toplumdan, hatta bizzat kendimizden. Peki bizi yok oluşa sürükleyecek kadar güçlü bir yalnızlığı doğuran şey ne olacak? Teknoloji, aşamayıp üstümüzde zırh gibi giydiğimiz, daha doğrusu giymeye mecbur bırakıldığımız o kurallar, mahalle baskısı sebebiyle takındığımız o robotik gülümseyişler, monotonluk, yaşam altımızdan akıp giderken koşturduğumuz iş dünyası… İşte bunlar bizi yalnızlığa, yalnızlık ise yok oluşa sürükleyecek tıpkı filmde olduğu gibi.
Film üç bölümden oluşuyor ve incelemeyi bu üç bölüme göre yapıp, her bölümü kendi içinde inceleyeceğim. Çünkü bölümler kendi içinde bir anlama kavuşmaz, arada boşluklar oluşursa verilmek istenilen genel mesaj ve anlatılmak istenilen genel hikayeyi keşfetmek zorlaşıyor. Hele de mevzu bahis olan bir Lars von Trier filmi ise.
1.Bölüm : Prolog
Filmin giriş kısmını bir nevi ön söz olarak kullanan yönetmen Trier, filmin genelinin aksine bu kısımda sinematografik olarak slow motion çekimler kullanmış sadece. Bu kısım da bize aslında hem filmin genel bir özeti gösteriliyor hem de filmde boş bırakılan yerler tamamlanıyor. Diğer bölümlerde aklınıza takılan ya da anlamlandıramadığınız kısımlar film bittikten sonra bu sahneyi tekrar izleyip üstüne düşününce bir anlam kazanıyor, çünkü filmin başında gösterilen bu 8 dakikalık Prolog kısmı bir rüya veya öngörü sekansı gibi.
Böyle düşünmemin sebebi ise hem filmin ilerleyen kısımlarında görmeyeceğim gerçekleşmeyen sahneleri barındırması, hemde ilerde göreceğimiz sahneleri burada daha sürrealist bir biçimde bize göstermesi. Ayrıca filmde sembolizme ve metafor kullanımına en çok başvurulan kısmı burasıydı sanırım. Öyle ki; bize gösterilen her sahne ayrı bir anlama sahip ve ayrı bir şeye göndermede bulunuyordu.
2.Bölüm : Justine
Justine ufak aksaklıklarla gecikmeli başlayan bir düğünün gelini. Aşık olduğu adamla evlenen, düğününde terfi alan başarılı bir iş kadını portesi çizen bir karakter gibi gözüken fakat aslında tam tersi bir şekilde; etrafındaki insanların görünmez duvarlarına çarpa çarpa onların çizdiği bir yolda ilerleyen bir karakter. Bu sebepten olsa gerek düğün gecesinde patronuna rest çekip kocası ile ilişkisini sonlandırıp parkta düğün gecesinde tanıdığı bir adamla yatıp evliliğini daha başlamadan bitiriyor. Bunu yapma sebebi filmin prolog kısmının Justine’in bir öngörüsü olmasıyla açıklanabiliyor. Melancholia gezegeni yaklaştıkça yani kıyamet geldikçe, Justine psikolojik olarak çöküşe giriyor ve önceden gördüğü bu sonu kabullenip son zamanını belki de ilk defa istediği gibi yaşıyor. Düşünmeden hesapsızca…
Justine burada aslında son derece metaforik bir kimliğe büründürülmüş bir karakter bana kalırsa. Öyle ki; yaradılış mitinden esintiler taşıyor. Babası umarsız, tasasız eğlence düşkünü bir porteye sığdırılan Tanrı figürü iken, annesi ağaçtan elmayı çalan İnsanlığı figürize ediyor. Bu sebepten annesi sürekli melankolik, sürekli bir ikilem içinde tıpkı insanlık gibi, tıpkı Justine gibi. Annesi ve Justine aslında birbirlerine çok fazla benziyorlar bu yönleriyle. Justine tüm çaresizliğiyle gerek Prolog kısmında, gerek ise diğer kısımlarda yaklaşan sonu kabullenip sükuneti arasa da buna ulaşması kolay olmuyor.