Melancholia: Bir Kıyamet Türü Olarak Melankoli
3.Bölüm : Claire
Bu bölümde ilgi odağımız çoğunlukla Justine’in ablası olan Claire oluyor. Claire, eşi John ve oğulları Leo; büyük bir arazi üzerinde bulunan malikanelerinde mutlu bir hayat sürüyorlar. Claire ve ailesi, kent yaşamından kendilerini soyutlayabilen bir azınlığı, toplumun üst tabaka kesimini temsil ediyor. Filmin bu kısmında, Melancholia adlı gezegen saklandığı yerden ortaya çıkıp, dünyaya yaklaşmaya başlayınca Claire için sahip olduğu tüm bu maddi imkanlar anlamını kaybediyor ve oğlunun geleceği için endişelenmeye ve git gide paranoyaklaşmaya başlıyor. Oysa kardeşi Justine onun aksine yaklaşan bu sona hayranlık besliyor, çünkü dünyanın kötü bir yer olduğuna inanıyor ve bu da Melancholia’yı aslında bir yok ediciden ziyade dünyayı kötülükten arındıran bir kahraman konumuna sokuyor onun için.
Yönetmen bu noktada iki kardeş üzerinden son derece güzel zıtlıklar kurmuş ve genel hikayeyi bu zıtlıklar üzerine inşa edip, değinmek istediği felsefi mesajlara da yine bu zıtlıklar üzerinden başarıyla değinmiş diyebiliriz. Örnek vermek gerekirse; filmin son sekansında Justine, Claire ve oğlu el ele tutuşup sonu beklemeye başladığında aralarında geçen bir diyalogtan Claire’in aslında inançlı biri olduğunu, Justine’in ise inançsız birisi olduğunu anlıyoruz.
Bu zıtlığı ilginç kılan ise Claire ölüm sonrasına inansa dahi ölmeye korkuyor, oğlunun ölmesini istemiyor, inancı ölüme dakikaların kaldığı bu noktada belirsizlik ve şüphenin karşısında yenilgiye uğruyor. Oysa Justine yaklaşan bu sondan korkmuyor, henüz düğünü yapılmadan önce ön gördüğü bu sona artık hazırdır, kabullenmiştir yaklaşan sonu ve bundan memnundur. Çünkü dünya kötü bir yerdir ona göre. Peki kötü olmak yaşamayı hak etmemek anlamına geliyor? Film biterken aslında başlangıcında bizlere sordurduğu hiçbir soruya cevap vermez. Ne mutluluğa ne de başka bir kavrama tanım koymaz, her şeyi kendi içinde bırakır ve tıpkı bizim gibi izlemekle yetinir.
Üzerine çok fazla şey konuşabileceğim bir film değil aslında Melancholia, çünkü film tamamen subjektif bir şekilde yorumlanabilecek bir film ve ben bu tarz filmler üzerine bir şey söylemekten oldum olası çekinmişimdir. Bir film incelemesi yazacaksam bunun büyük bir kesimini genellemeler kaplamalı, ben sadece izleyenlerin gözünden kaçırdığı kısımları fark etmelerini sağlayan veya filmin subjektif kısımlarının kendimce değerlendirmesini yapan bir pozisyonda olmayı isteyen birisiyim. O yüzden film hakkında söyleyeceklerimi tamamlamadan önce filmin sinematografisine ve sanatsal yapısına da biraz değinmek istiyorum.
Yönetmen her ne kadar Prolog kısmında slow motion kullansa da, filmin geri kalanında çoğunlukla hareketli kamera kullanmış bu da filme benim nezdimde daha gerçekçi bir atmosfer katmış. Lars von Trier sinematografisi genel olarak hoşuma gidiyor benim, kendine has bir tarzı var ve filmlerini izlerken bu tarzı kabullenip izlemek gerekiyor. Filmlerinde açık bir mesaj verme kaygısı gütmeyen, bir bütünlük olması gerektiğini düşünmeyen bir adamın filmini izlerken aklınızın karışmasını istemiyorsanız buna hazırlıklı olmak gerek bence. Onun haricinde filmin atmosferini yaratırken kullandığı renk paleti ve oluşturduğu yer yer mistik, yer yer ürkütücü sekansları ile filmin genelini besleyebilmişti bana göre. Efektleri de yeterince iyiydi zaten çok efekte gereksinim duyan bir hikayeye de sahip değil film, her ne kadar bilim kurgu filmi olsa da.
Benim film hakkında söyleyeceklerim bu kadar, eğer bu tarz filmleri seviyorsanız ya da keşfetmek istiyorsanız izlemenizi tavsiye ederim. Kötü bir film olmasa da emsallerine göre yetersiz bir film bence, bunun sebebi ise çok fazla içe kapanık bir film olması ve neredeyse her şeyi seyirciye bırakması. Yaptığı gönderme ve metaforların fazla gizlenmiş olması da yine bu sebeplerden birisi. Fakat her şeye rağmen seyir zevki güzel ve farklı bir tona ve yapıya sahip bir film.