Muhteşem Yedili: Bir Klasiğin Çerez Hali
Dahi Kurosawa’nın 1954 Yapımı “Yedi Samuray” filminin Hollywood uyarlaması olan 1960 yapımı “Yedi Silahşörler”in yeniden çevrimi olan 2016 yılı yapımı “Muhteşem Yedili” filmi, daha ilk cümlemizden anlaşılacağı üzere biraz suyunun suyu işi.
İlk uyarlamanın mantığını anlamak güç değil. Kült olduğu daha o dönem anlaşılan bir şaheseri senaryo uyarlama görevini devralan William Roberts, başarılı bir şekilde kendi kültürüne adapte etmiş, yönetimde olan John Sturges’da oyuncu kadrosunun derinliğini iyi kullanarak orijinalinin çizgisinde olmasa da ona yakışacak bir uyarlama ortaya çıkarmıştı. Ancak maalesef aynı cümleleri 2016 yılı yapımı yeniden çevrim için söylemek mümkün değil.
Öncelikle filmin hakkını vermek adına başarılı bulduğum noktaları söylemek istiyorum. Bunların en göze çarpanı belki son 20 yıldır popüler kültüre hizmet etmekten sektörün iyice ustalaştığı aksiyon sahnelerini alabiliriz. Bu sahnelerde ister istemez heyecanlanıyor ve kendinizi kurşunlardan kaçarken buluyorsunuz. Lakin tabi yine burada da aynı sektör abartısı devreye giriyor ve ilk çatışmada yedi kişinin yirmi iki kişiyi bir çırpıda hem de hiç zayiat vermeden öldürdüğünü görüyoruz. Orijinal filmde film boyunca yaklaşık kırk kişiyle mücadele edildiğini düşünürsek aradaki abartı farkını rahatça görebiliriz.
Bunun dışında ana oyunculuklar için eleştirilebilecek pek az şey var. Karakterleri ve onların motivasyonlarını dolu dolu eleştirebiliriz, ancak ellerine verilen malzemelerle Danzel Washington (Chisolm) başta olmak üzere Chris Pratt (Josh Faraday) ve Ethan Hawke (Goodnight Robicheaux)’ın kalitelerini konuşturduğunu söylememiz lazım.
Birkaç vurucu replik ve sahnenin film içerisinde ciddi ağırlıkları var. Bunlardan beni en çok etkileyenlerden biri fragmanda da yer alan Emma Cullen karakterinin “Yani intikam istiyorsun.” cümlesine “Doğru olanı istiyorum, ama intikam alacağım.” Cümlesi ile cevap vermesi. Çevirilerde bu kısım “adalet istiyorum” olarak çevrilmiş ama sanırım bu şekilde ifade etmek daha doğru olacaktır.
İkincisi ise seyirci tarafından beklenen ve özlenen final çatışma sahnesinde her ne kadar ağzına kadar mantık hatalarıyla dolu olsa da Faraday’ın bir Hollywood klasiği olan espirili ve son sözlü dinamit sahnesi (Şu esas oğlanlar giderayak afilli bir söz söylemese sektörün ahı tutacak diye gerçekten korkmuyor değilim bu arada). Yine finaldeki mitralyöz de aslında farklı bir tat, ancak diğer tüm kötü karakterlerin sonbahar yaprakları gibi uçuştuğunu düşünürsek ölen dört ana karakterden üçünün bir şekilde katili olabilecek bir oyun sonu canavarına ihtiyaç mutlaka olmalıydı.
İyi olarak bahsettiğim noktalarda bile eleştiri getirdiğimin farkındayım zira bazı hususları göz ardı etmek mümkün değil.
Oyunculukların iyi olduğunu söyledik, ancak çoğunluğu bir yerden ciddi suçlara karışmış olan kişilerin köylülere yardım etmek için tereddütsüzce canlarını ortaya koymaları parayla açıklanabilecek gibi bir durum değil. Yanlarındaki kadının ödemeye dahil olup olmadığını şakayla karışık soran bir Meksikalı’nın canı pahasına savaşması, Kızılderili’nin kendi ırkını avlayarak geçinmesiyle efsane olmuş bir adamla aynı grubu paylaşması ve neredeyse hiç sürtüşmemesi, bir kumarbazın sanki içine Çanakkale ruhu kaçmış gibi bile bile mitralyöze ölüm saldırısı yapması gibi durumlar başroldeki yedi kişinin motivasyonlarını seyirciye haklı olarak sorgulatıyor ve mantıklı gelmiyor. Bu sebeple seyirci ana karakterlerle bir bağ kurup empati yapamıyor. Tabi ki bu durumda Meksikalı, Kızılderili ve Kızılderili Avcısı karakterlerin adeta kartondanmışçasına tek boyutlu oluşu da pay sahibi.
Set konusunda uzun uzun yazmak anlamsız, çünkü adeta buraya da küçük şirin ama başı dertte bir kasaba çizelim denmişçesine gelişigüzel ve Hollywood’a hiç yakışmayacak ucuzlukta bir kasaba seti görüyoruz. Tıpkı dekor gibi kasaba halkı da tek basmakalıp karakterlerden oluşuyor ve zaten çatışmada da hiçbir varlık gösteremeden sapır sapır dökülüyor. Belki papaz karakterini biraz ele alınmış olarak kabul edebiliriz, ancak orada da vermek istediği fikir ve ya duyguyu almakta güçlük yaşadığımız aşikâr. Sadece setin kendisi bile, yapımcıların hikayenin derinliğine ne denli önem vermediklerinin ve inceleyen sinema severleri kendilerine hedef kitle olarak belirlemediğinin bir göstergesi gibi görünüyor.
Diyalogların sığlığı bizi karakterlerden koparan asıl nokta. Benim bu anlamda diğer yapımlara yaklaştığını hissettiğim tek sahne sonlara doğru Chisolm karakterinin Bogue karakterini kendi yaktığı k,lisede sıkıştırıp hesap sorması oldu. Belki orada Chisolm karakterini duygusal motivasyon anlamında hissetmeye başladık ama burada da filmimiz nihayete erdi. Halbuki ben 1960 yapımı filmdeki Chris’in Lee karakterini evet bu işin içinde çok fazla para vardı diyerek rahatlattığı sahnenin ya da her iki klasikte de sonda yer alan asıl biz kaybettik temalı ufak bir konuşmanın benzerini görmek isterdim.
Eğer konuştuğumuz şey bir Perşembe akşamınızı değerlendirmek için izleyeceğiniz eğlenceli, yeni nesil bir western filmi olsaydı rahatlıkla tavsiye edebilirdim size bu filmi. Ve hatta bir kutu patlamış mısırın yanında güzel gittiği filmler listemde kayda değer bir noktaya dahi koymamda sakınca görmüyorum bahsettiğimiz yapımı. Lakin bu filmin bir iddiası var kendinden önceki yapımların yeni nesil yorumu olacağına dair. Coğrafyanın neredeyse tüm ırklarını, “almak gerekirse gider alırım” diyen Erol Taş vari saf kötülükle donatılmış kapital sahibi bir zalime karşı köylülerin hakkını savunmak için bir araya getiriyor. Orijinal yapıtlar dahi en fazla köylü-savaşçı, halk-vicdan sahibi suçlu sınıfların buluşmasını vadederken siz yedi milleti tek bir amaç için ortada buluştururum diyorsanız güçlü diyaloglara, duygusal aktarımlara, empati yapılması kolay motivasyonlara ve popülist olmayan sanatsal bir yaklaşıma ihtiyacınız var demektir. Tabi amaçladığınız yalnızca gişe değilse.