Richard Linklater: Felsefe Kamerada Nasıl Görünür?

Kendisini dönem filmi yönetmeni olarak tanımlayabileceğim bir yönetmen olan Richard Linklater, aynı zamanda tüm filmlerinin dikkatimi çektiği nadir yönetmenlerdendir. Neredeyse her filmini beğenen biri olarak da bu dosyayı açma gereği duyuyorum. Malum geçtiğimiz yıllarda Oscar sağolsun, Linklater’ı “Boyhood kesin alır” sözleriyle çok ansak da, en çok da Before serisiyle tanısak da, bu filmlerinden öncesini ve sonrasını es geçmek büyük bir hata olurdu. “Öncesi ve sonrası” ile kastettiğim şey, sadece çok bilinen filmleri değil; çok bilinmeyi ve incelenmeyi hak eden filmleridir.

Zaten Linklater aksiyon ya da adrenalin yanlısı olmadığı için onu daha çok yarattığı diyaloglarla ya da gerçekliği çok iyi yansıyan karakterleri ve dönem filmleriyle tanıyoruz. Ama o yazdığı diyalogların çoğunun, filmleri izleyenlerin hayata olan bakış açılarını değiştirdiğine emin olabiliriz. İzleyicilerin diğer yüzü de gençliklerini hatırlamak, nostalji yapmak isteyenlerden oluşuyor. Yaptığı dönem filmlerinden Dazed and Confused, Suburbia gibi gençlik filmlerine, gençlik filmi denilmemesinin de bazı nedenleri var. Evet 70’li, 80’li, 90’lı yılların gençlerini anlatıyor, ama gençlere hitap etmiyor. Teenage olarak ifade edebileceğimiz ögelerden uzak, entrikasız, sade bir gerçeklik sunuyor filmler bize genel olarak.

Neredeyse fantastik diyebileceğimiz seviyede deneysel filmleri de bulunuyor Linklater’ın: Waking Life (2001) ve A Scanner Darkly (2006). Gerçek oyuncularla çekilen animasyon filmleridir bunlar. Ayrıca Linklater’a “diyalogçu” denilmesinin en önemli nedeni olarak Waking Life filminde yaptığı felsefeyi gösterebiliriz. İzleyiciye inanılmaz bir uyanma yaşatıyor; yaşatamıyorsa da bir şeyleri düşünmeye ittiği kesin. Zaten Waking Life’ı çekme amacına bağlı olarak filmi bir felsefe kitabı gibi açarak okumalar yapıp anlamaya çalışmanız daha mantıklı olacaktır. Deneysel çalışmalarının yanında bir de son derece başarılı olan müzikal filmi var tabii: İzlemeyen kişi sayısının oldukça az olduğu School of Rock. Hatta geçen yıllarda eski oyuncuların da katılımıyla, tabii ki farklı oyuncularla tiyatrolaştırılmış ve oldukça sevilmişti. Ama Jack Black gibi çatlağımsı bir oyuncunun yerini kim tutabilir, bilinmez.

school-of-rock

Richard Linklater’ın bağımsız Amerikan sinemasındaki yeri ve indie tarzda yaptığı filmlerin varlığının dışında, bu kadar yenilikçi olduğunu aslında çektiği ilk filme bakarak da anlayabilirdik. Slacker (1991) filminde, yönetmenlik yaparken aynı zamanda oyuncu olma kararı da alıyor. Her ikisini de son derece iyi bir şekilde yerine getiriyor. Slacker’ın senaryosunu doğaçlama yaptığı üzerine tartışmalar da bulunmakta. Çünkü diyaloglar ve monologlar çok doğal bir şekilde akıyor ve Linklater resmen düşünceler üzerine düşünmemizi sağlayarak aklımızın çorba olmasına neden oluyor. Malumunuz geçmişten günümüze yapılan çoğu filmin amacı, yazılı olanları sizin hayal gücünüze gerek kalmadan size gösterebilmek oluyor. Ama Linklater filmlerinde bunun tam tersi gerçekleşiyor. Ekranda birileri konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor… Ve siz bu konuşmaları zihninizde canlandırıyor ve çeşitli farkındalıklara ulaşıyorsunuz.

Bir de kamera meselesi var. Özellikle Slacker filminde, kamera yürüyor, gidiyor ve siz “Nereye gidiyor bu kamera?” diye bakakalıyorsunuz. Kamera açısını o kadar geniş tutmuş ki, dünya gerçekten bir film sahnesiymiş gibi hissettiriyor. Diğer filmlerde gördüğümüz tek kareye bakma olayını bir bakıma ortadan kaldırıyor yani. Ayrıca filmlerinin bir genel konusu var, ama o konunun içinden matruşka bebekleri gibi bin tane daha konu çıkıyor ve kendinizi bir kitap incelermiş gibi hissediyorsunuz. Okurken diyemiyorum, çünkü okuyup geçemiyorsunuz; dönüp tekrar izliyor, tekrar dinliyor ve bir sonuca varmaya çalışıyorsunuz. Belki katılıyor, belki katılmıyorsunuz, ama sonuç olarak o çorba olan zihniniz sürekli çalışır halde oluyor.

Tüm bunları içeriğinde barındıran bir diğer filmi de, sizi ahlaki değerler konusunda sarsabilecek nitelikte olan Tape (2001). Bu film bana biraz The Man from Earth’ü anımsatıyor amacı bakımından. Bir film yapabilmek ve bir şeyler anlatabilmek için milyon dolarlar harcamaya gerek kalmadan, üç oyuncuyu bir otel odasında kapana kıstırarak da mükemmel şeyler yapılabileceğini kanıtlayan Linklater, yine farklı yöntemler deneyerek filmin altına sağlam bir şekilde imzasını atmayı başarıyor. Zaten Uma Thurman, Ethan Hawke ve Robert Sean Leonard’ı bir odaya kapattığında ne konuşsalar olay olabilirdi. Ama Linklater işini sağlama alıp karakterleriyle ters köşeler yapıyor, dönemeçlerden döndürüyor, hatta adeta ters taklalar attırıyor. Böylece biraz da mahallede çekirdek çitleyip dedikodu yapan teyzelerin merakıyla izliyorsunuz filmi.

Yorumlar