Son Model Bir Suç Draması: Sicario!
Eski kötü filmleri hatırlar mısınız? Ama kötü dediysem; oyunculuk, kurgu, senaryo olarak değil. Film Olarak kötü filmleri, işte Sicario film olarak kötü bir film. Motivasyonunu yozlaşmışlıktan, kötülükten, şiddetten ve suçtan alan bir film.
Juarez
Film bir baskın sahnesi ile açılıyor. Adam kaçırma birimi (FBI) Texas’ta bir eve baskın yapıyor, ekibin başındaki Kate Macer (Emily Blunt) eve girdiğinde çatışırken şans eseri duvara gömülmüş cesetleri görüyor ve hikaye akmaya başlıyor. Aslında film daha ilk on dakikada ne kadar sert ve kötü olduğu mesajını bize veriyor bu sekans ile. Sicario hız kesmeden aynı gerginlik ve sertlik ile başladığı gibi bitiyor.
En başta şuna değinmek istiyorum; Sicario bir aksiyon filmi değil, en sağlamından bir suç draması, üstelik klişeler ile dolu bir suç draması. Saf ve çaylak bir yeni polis, onun aynı derecede saf ve doğrucu ortağı, çakal ve tecrübeli polis, son olarak ise her şeyini kaybetmiş tetikçi. Saydığım formül çok basit geliyor değil mi? Zaten çok basit fakat asıl deha, sürükleyicilik ve senenin en iyi filmi olma tarifinin sırrı yönetmende bitiyor: Denis Villeneuve! Kendisi benim radarıma “Prisoners” ile girdiğinde şaşırmıştım açıkçası, zira bu adam gibi iş yapabilen yönetmen kalmadı artık (evet buna kendi kutsal yönetmen üçlümü de katıyorum). İzlediyseniz bilirsiniz, Prisoners’ın insanı boğan, daraltan “hadi artık film bitsin” dedirten bir havası vardı. Yılların ponçik Wolverine’i Hugh Jackman’ı almış, kızları için büyük bir psikopata dönüşen bir babaya çevirmişti. Bağımsız sinemanın parlak çocuğu Jake Gyllenhaal’un oynadığı karakter (film çıktığında bağımsız bir filmdi çünkü) sadece bir saç traşı ile motivasyonunun neden alındığını, neden polis olduğunu anlatabiliyordu. Prisoners 153 dakika süren ama hemen hemen hiç sıkmayan, ağır ama dolu bir filmdi. Arkasından aynı lezzette “Enemy” geldi. Yine güzel ve lezzetli oyunculuklar, yine taze fikirler ve sıkmayan uzun dakikalar.
Sicario ise Denis Villeneuve’nin bu iki profesyonel işten sonraki mezuniyet hediyesi bizlere. En başa geri dönelim, film Texas’ta açılıyor dedik. Başarılı ve kariyerinin zirvesinde olan Kate Macer (Emily Blunt) adlı FBI adam kaçırma (arkadaş FBI’da her şeyin birimi var yani) bölümü çavuşu olarak görev yapmaktadır. Görevi sırasında yaptığı baskında evin duvarlarından “ceset” fışkırması, Meksika’nın en belalı yeri olan El Juarez’de başlayıp El Paso’ya kadar uzanacak olaylar dizisini tetikler. Filmin en özet geçilebilir sinopsisi bu, öyle bir twist’ti yok; filmin sonundaki bürokratik açık sinsiliğini saymazsanız tabii. Peki nedir bu IMDB puanı ve nedir bu yılın en iyi suç filmi olmayı hak eden başarısı? Buyrun hep birlikte okuyoruz.
Sert Polis, Naif Polis!
Ben kendi adıma şunu söyleyebilirim ki, Denis Villeneuve’nun en tuttuğum özelliği “gerçeklik” algısını çok iyi ve fazla yansıtması. Ayrıca, ben yönetmenin çok iyi bir gözlemci de olduğunu düşünüyorum. Neden diye soracak olursanız; şu adamın üç filmini izledim, üçünün de baş rolü farklıydı ve adam oyuncuları o kadar iyi seçmişti ki sizi yaşadıkları olaya inandırmıyor, adeta olayın içine çekiyor, çekiyorlardı. Sicario’da da öyle, sadece bu sefer ana merkez biraz daha güçsüz, bunu da yan hikayeler ile güçlendiriyor. Bu arada güçsüz dediğime bakmayın, oyunculuk ve yazılan karakterin motivasyonları ile yine içine çekiliyor ve “oraya gitme be kızım” diyecek samimiyet kıvamına geliyorsunuz. Filmin prodüksiyonu parlamıyor ama gözlerinizi de kanatmıyor. Mekanlar genelde tek kullanımlık, bir gördüğünüz yeri filmde bir daha görmüyorsunuz, “ana mekanlar” hariç. Bu bakımdan görsel çeşitlilik olarak sıkmıyor sizi Sicario. Ayrıca en başından beri vurguladığım üzere alabildiğine “gerçekçi“. Öyle ki, ekip filmden aylar önce “raid (baskın)”, silah tutma, etkili operasyon, crash hit (ani saldırı), ve silah söküp takma dersleri almış. Ve bana inanın, izlerken bunu bolca ama bolca hissediyorsunuz. Filmde “Border Battle” diye bir sahne var, benim en sevdiğim sahne olmak ile birlikte ekibin aldığı eğitimi burada bir “şov” yaparcasına sergilediğini düşünüyorum. Arkadaş “taktik ilerleme“, “taktik irade” gibi teknikleri o kadar güzel uygulamışlar ki hayran kalmamak elde değil; silah tutuşlarından, “control step“lerine kadar. Şimdi siz bana “Atilla artık zaten eğitim veriliyor, oyuncu dediğin adam yıllar içerisinde parça parça komando eğitimi alıyor” diyebilirsiniz, haklısınız da. Ama bunu nasıl izleyiciye geçirdiğiniz değil mi önemli olan? Benicio Del Toro, Josh Brolin ve Emily Blunt o kadar güzel benimsemişler ki, bu eğitimleri, bizlere dördüncü duvarı kırmadan gerçekten birer “operatör” olduklarını hissettiriyorlar.
Dördüncü duvar demişken, ucundan oyunculuklara da değinelim değil mi?
Benim kendi iç dünyamda “çok ciddiye alınmayan ama sevilen oyuncu” kategorisinden çıkıp, “abi adam istese neler yapıyormuş” kategorisine giren ve filmdeki repliksizliğine rağmen “döktüren” Benicio Del Toro’dan bahsetmek istiyorum.
Kendisi “yaralı kurt” diye tabir ettiğimiz, çok konuşmayan, konuşunca da sağlam beylik lafları eden bir karakteri oynuyor. Evet biliyorum klişe ama dedim ya bu filmin olayı klişelerin üzerine gerçekçilik ve sağlam oyunculuklar katmak. Benicio Del Toro’nun karakteri filme ismini veren, “yan ama baş rol” kategorsinde değerlendirebileceğimiz bir karakter. Zira filmin ana konusu Del Toro’nun canlandırdığı karaktere vaadedilen “ödül”. Ve gariptir ki DelToro bu karakterin acısını, kinini, sertliğini öyle güzel geçiriyor ki, filmin o garip ve yürek burkan sonuna rağmen “adam haklı abi” repliğini kullanıyorsunuz kendi kendinize.