Star Wars’da Midi-chlorian’lar ve Ötesi
Star Wars üzerine daha önceki yazılarımı okuduysanız, prequel (ön üçleme) serisiyle ilgili, özellikle son yıllarda popülerleşen nefret söylemiyle kıyasıya savaştığımı bilirsiniz. Bu söylemin belli başlı kilit taşları vardır. Jar Jar Binks, Hayden Christensen’in oyunculuğu ve midi-chlorian’lar. Bu sonuncusu ile ilgili en yaygın eleştiri şöyledir: “Ne yani, force bir bakteri miymiş?”
Tabii ki değil ama bu midi-chlorian’ların nefret edilmesine engel değil. Ben de yakın zamana kadar bu kervandaydım. “Bu mistik altyapıyı bozmaya ne gerek vardı?” diye düşünüyordum. Ama üzerine biraz kafa yorunca fikrim değişti. Bugün, sizinle bu içsel tecrübemi paylaşmak istiyorum.
Star Wars Bilim Kurgu mu Değil mi?
Pek çok sinemasever, Star Wars serisini bir bilimkurgu klasiği olarak izlemekte; işin belki de bilim kısmını çok takmadan, uzay gemileri ile gezegenlerarası seyahat hayallerini, Star Wars görselliğiyle süslemektedir. Bu anlamda Star Wars, bilimkurgunun temel işlevini de yerine getiriyor diyebiliriz.
Ancak pek çok kişi de, belli başlı kriterlere uymadığı için Star Wars’u bilimkurgu kategorisine sokmamakta, daha ziyade fantastik bir öykü olarak ele almaktadır. Bu durum hiç de dayanaksız değildir elbette. Star Wars filmlerinin, “space opera” denen bir alt türe sıkça dahil edildiğini görmüş olabilirsiniz. Gerçekten de seri, ana odak noktasının bir aile dramı olmasıyla bu türün temel özellikleriyle örtüşmektedir. Ancak unutmamamız gereken, space opera terimi, Star Wars ya da Star Trek gibi serileri tanımlamak için icat edilmiş değildir. 1920’lerden beri var olan terim, bilimkurgu ile western, romans, dram gibi farklı bilim-dışı janraları birleştiren öyküleri tanımlamak için kullanılmıştır ve başından beri bir bilimkurgu alt türüdür. Çoğu space opera öyküsü “soft” tabir edilen aşırı bilim ağırlıklı olmayan örneklerden oluşmakta ise de, “hard sci-fi” yani bilimsel tutarlılığın ön planda olduğu örnekler de bulunmaktadır.
Star Wars’un kimi çevrelerde bilim kurgu kabul edilmemesinin altında bu kategorik farklılık ya da serinin barındırdığı aşk ya da aile ilişkileri yatmaz. Merkezinde aşk, nefret ya da dram olan pek çok bilimkurgu eseri bulunur. Bunun nedeni farklıdır. Ana olarak şu üç başlıkta toplayabiliriz:
Özel Efektler
Star Wars serisinde, gemiler uzayda giderken ses çıkarmakta, yanarak patlamakta, lazerleri ise gözle görünür bir hızda ilerlemektedir. Bu gibi görsel öğeler, elbette bilimsel olarak had safhada yanlış ve yanıltıcıdır, ama gösel olarak da bir o kadar gösterişlidir. Hikayeye hiç bir etkisi olmayan bu efektlerin, izleme zevkini artırmaktan başka bir amacı yoktur; ancak filmlerin kategorik sınırlarını zorlayan etmenlerden biridir.
Bilimsel Tutarsızlıklar
Görsel efekt tercihleri yok sayılabilir, ancak Star Wars evreninde, günümüz bilimsel verileri ile çelişen öyle etmenler vardır ki, bunlar olmazsa Star Wars evreni işlemez. Örneğin yıldızlar arası ışıktan hızlı seyahat (ki bunun ölçüsü filmlerde tam olarak verilmese de sistemler arası seyahatlerin bir kaç günden fazla sürmediğini düşünebiliriz ki bu da ışık hızından birkaç yüz kat daha hızlı gidildiğini göstermektedir), Star Wars serisindeki sürükleyiciliğin temel taşlarından biridir. Ayrıca yıldızlararası haberleşmenin anında gerçekleştiği, hologram ile iletişim kurulan sahnelerde barizdir. Işın kılıcı, ölüm yıldızı gibi teknolojiler de günümüz bilimsel ölçütlerini bir hayli zorlamaktadır. Elbette tüm bunların binlerce yıl sonra hayal edilebilir (ya da gerçek) olup olmayacağını bilmiyoruz. Ama bir gün gerçek olursa, bunda Star Wars’un türümüze kazandırdığı hayal gücünün payı da olacaktır.
Mistisizm
Yukarıdaki maddeler ne olursa olsun, ikincil görünebilir. Ancak serinin odağında “force” adındaki mistik gücün ve bunun kullanıcıları olan Jedi ve Sith’lerin bulunduğu inkar edilemez. Lucas, orijinal üçleme sırasında force kullanımının bilimsel alt yapısı üzerine çalışmış, ancak filmin uzak doğu mistisizmine yakın duran atmosferini baltalamamak adına filmlere herhangi bir bilgi dahil etmemiştir. Bu durum, 70’ler ve 80’lerde bilim kurgu çevrelerince Lucas’ın çokça kulaklarının çınlatılmasına sebep olmuş; pek çok bilimkurgu yazarı, eleştirmeni ve okuyucusu (günümüz Türkiye’sinde de dahil) Star Wars adını duyunca kollarını kavuşturup, burunlarını yukarı doğrultup, gözlerini kapatarak “hıh” sesi çıkarmıştır.
Lucas, elbette bildiğimizin çok çok ötesinde bu negatif algıya maruz kalmıştır. İşte ön üçlemede midi-chlorian’ları tanıtarak düzeltmek için hamle yaptığı durum da budur. Tek başına bu konsept ne yapabilir ki diye sorabilirsiniz. İsterseniz bunu cevaplamak için önce midi-chlorian nedir, ne değildir bir gözden geçirelim.
Öncelikle, force’u kullanabilme yeteneğinin ebeveynlerden çocuklara geçtiğini midi-chlorian’lar tanıtılmadan önce de biliyorduk. Yani genetik olarak aktarılabilen bir özellik. Ayrıca yaygın kanının aksine, midi-chlorian’lar “force” değil. Bir bireyin force’u kullanabilme potansiyeli, hücrelerindeki midi-chlorian yoğunluğuna bağlı.
Aranızdan, lisedeki biyoloji derslerini dikkatli dinleyenlerin aklında bir çağrışım olmuş olabilir. Evet, midi-chlorian’lar, gerçek dünyadaki mitokondrilere tekabül ediyor. Mitokondriler, canlıların hemen her hücresinde binlerce bulunan ve görevleri ATP üretmek olan “organeller”. Bağımsız canlılar diyemeyiz, ama bir nevi parazit hayatı sürdürüyorular. ATP ise canlıların enerji ihtiyaçlarını bağlarında tutan moleküllere deniyor. Bir canlı, enerjiye ihtiyaç duyduğu her anda ATP’leri parçalayarak enerji açığa çıkartıyor. Kısacası mitokondriler, içimizde, bizler için enerji üreten minik yaratıklar. Onlar olmasa, yaşam da var olamaz.
Ve bu denklemde, force da enerji oluyor. Bizi çevreleyen ve galaksiyi bir arada tutan şey. Bu kadar basit aslında. Force’un mistik bir yanı yok. Asıl mistik olan şey, Jedi’ların enerjiyi kontrol etmeyi öğrenmiş olmaları. Belki tüm Jedi ve Sith güçleri değil ama, telekinezi, şimşek, insan üstü hızda koşma ve üstün refleksler gibi pek çok süper gücü bu şekilde açıklayabiliriz. İzleyiciye “büyücü” gibi görünen Jedi’ların enerjiyi kontrol etme fenomeninin nasıl gerçekleştiğine dair filmlerde bir açıklama bulamasak da; Arthur C. Clarke’ın 3. kuralını kendimize hatırlatmalıyız: Yeterince ileri bir teknoloji, büyüden ayırt edilemez.
Nasıl yani? Teknoloji mi?
Evet, teknoloji. Biz bu sözcüğü duyduğumuzda aklımıza sadece motorlar ve devreler geliyorsa, bu bizim dar görüşlülüğümüz. Kimileri, Avrupa’nın sanayi devrimi ile sonuçlanan 500 yıllık atılımı dünyaya hakim olmasa, insanların gelişimlerini çok daha farklı, felsefi bir yönde olabileceğini düşünür. Avatar filminde Na’vi’lerin doğayla ve ruhlarla konuşabilmesini düşünün. Bu yeteneğin minör bir örneğinin eskiden insanlarda da olduğunu, fakat tarım ve şehirleşme ile yitirildiğini düşünün. Ve sonra da hiç yitirilmese de geliştirilebilseydi ne olurdu diye düşünün. Bu da bir çeşit teknolojik gelişim olurdu, ancak bizim bildiğimiz anlamda değil. Belki de bu tip bir gelişimle, çok farklı bir anlamda ışık hızını da aşabilirdik, kim bilebilir?
İşte Lucas’ın midi-chlorian’ları tanıtmasının altındaki nedenlerden biri de, Star Wars evrenini, yeniden bilimkurgu kategorisinde kabul ettirmek. Her şeyiyle “bu evrende; ama farklı bir zamana” ait olduğu hissini vermek. İyi de buna gerek var mıydı?
Öncelikle, Lucas’ın madem yaptığı filmi bilimkurgu kategorisine sokma hevesi vardı, niçin aklına gelen her öğeyi dahil etti? Droidler, klonlar, uzay gemileri ve enerjiyi kontrol eden rahip-şövalyeler. Bana kalırsa Lucas, pek çok medeniyetin birbiriyle temas kurduğu dev bir galaksiyi tasavvur ettiğinde, gelişimin tek yönlü olmaması gerektiğini düşündü. Bu galakside bazı öğeler, biz insanların gelişerek yapabileceği şeylerin ötesinde olmalıydı. Bunu bilim kurgu çatısı altında yapmak istemesi ise, gişe başarısı açısından hiç bir şey ifade etmese bile; eserinin saygınlığı açısından önemliydi.
Star Wars, tüm tartışmalara rağmen, hala fena halde iş yapan bir marka değeri taşıyor ve prequel üçlemesinin altyapı ve görsellik anlamında katkıları olmasaydı, bugün Geleceğe Dönüş seviyesinin üzerinde olamazdı. Ancak -internet sağolsun- Lucas’ın toplumsal bazda saygınlığı tartışılır seviyede. Artık pek zengin bir insan olsa da, bu durumu feci şekilde içerliyor kendisi. Lucasfilm’i satmasının altında da tam olarak bu yatıyor. Olumlu ve olumsuz her şeyi bir kenara koyarsam, benim onun hayal gücüne saygım asla azalmayacak. Yarattığı eser, gelecekte ya onu anlayanların elinde büyüyecek, ya da yanlış anlayanların elinde oyuncak olacak. Her iki koşulda da -belki öldükten sonra- hakettiği saygıyı bulacağına inanıyorum.