Terminator: Salvation – Biraz Demode mi Kaldık Johnny?
Tamam sinema tarihi, katrana bulandıktan sonra üzerine tüy dikilen nice devam devam filmi görmüştür görmesine de Terminator: Salvation gibisinden, mermiye kafa atarken beynini yerlere saçacak denli intihar girişimleri de her defasında büyük bir istikrarla aynı soruya gark etmekten geri durmamıştır: Neden? Sen kalk iki tane efsane filmin üzerine, aradan geçen 12 yılın ardından kerpiçten sıva çakarak seriyi üçle, sonra cafcaflı bir reklam kampanyasıyla “yeni üçlemenin ilk halkası” diyerek Terminator: Salvation’ı servis et; o da filmin ilk dakikalarında ters yüz olup yere çakılan helikopter misali, makine yağı ile dolu metal kafasını zemine çarpsın!
McG gibi, aksiyon sinemasının görüp görebileceği en itici yönetmenlerinden birinin elinden çıkmış olması, tek başına Terminator: Salvation’ın ruhuna rahmet okutmamız için yeterli mi? Neden olmasın? Serinin ruhunu tek bir nefeste çekip çıkararak Charlie’s Angels’dan alışık olduğu şımarıklıklar ve yılışıklıklar tıkıştırması bir tarafta; Christian Bale ile arasında yaşanan efsanevi kavga diğer tarafta… Aksiyon kulvarını bir geyik arenası olarak gören fakat ilginç bir biçimde de We Are Marshall gibi, filmografisinin incisi kabul edilebilecek, kendisinden beklenmeyecek bir “kişisel gelişim dramı” örneğiyle kariyerinin doruğuna erişen McG’nin; Terminator serisinin başına gelen en kötü “şey” olduğunu söylemenin abartıya komşu bir tarafı yok hani!
Yine de serinin irtifa kaybını sadece Salvation’ın özensizliklerine bağlamak da pek doğru olmayabilir. 90’lı yılların sonlarına doğru çehresini hızlı bir biçimde değiştiren ve Dark City, The Matrix ya da Gattaca gibi taze içerikler peyda edebilmiş filmlerin yeni bilimkurgusal trendleri şekillendirdiği düşünülürse; Terminator 3: Rise of the Machines gibi mirasyedi bir şımarık oğlan ile serinin üçlemeye evrilmesini, illetin başlangıç noktası olarak görebiliriz. En sığ haliyle “asıl olay bundan sonra başlıyor” mesajını çakan; yıllarca perdede yeni bir Terminator filmi görmek için yanıp tutuşan biz fanatikleri ufak ufak seriden soğutmaya meyleden bu tatlı su kurnazlığını bile büyük bir iştahla mideye indirmekte sakınca görmedik!
Cameron’un sinema tarihinin gelmiş geçmiş en efsanevi devam halkaları arasına en üst sıradan armağan ettiği Terminator 2: Judgement Day’in ortalama bir imitasyonu gibi duran Terminator 3: Rise of the Machines, neredeyse olayların zamanlaması konusunda bile öncülünün yaptıklarını, noktasına virgülüne kadar taklit etmekten öteye gidememiş olsa da; yıllar sonra Arnie’yi T-800 suretinde perdede izleyebilmek adına filmin pek çok kusurunu sineye çekebilmiştik. Ardı ardına hangar dalışı yapan helikopterler, takla atan vinçler, sadece birkaç saniye içerisinde yerle bir olan plazalar ve bilimkurgu tarihinin en absürt sahnelerinden biri olan o meşhur tuvalet dövüşü… Günümüzün en maharetli sirk yönetmenlerinden biri olan Jonahtan Mostow, işin panayır kısmını epey fiyakalı salvolarla kurtarmıştı kurtarmasına ama 2 tonluk metal yığının içerisinde ilk iki filmde olduğu gibi ruh üflemeyi unutmuştu. Kariyerinin en parlak filmi olan Kurt Russell’li Breakdown’da attığı taklaların yarısını atmış olsaydı ya da Bruce Willis’li Surrogates filmindeki kısmi inceliği taşımış olsaydı Terminator 3: Rise of the Machines, muhtemelen senkron sorunu minimuma indirgenmiş bir biçimde seriye son noktayı koyacaktı.
Nihayet filmin finalinde insanlığın kafasına düşen bombalar, kontrolden çıkan makineler ile birlikte, dönemin bilimkurgusal trendlerinin aksine; siberpunk mevzusuna fazla dalmadan; bu günün leitmotif olma istikrarı açısından neredeyse tutarlı hale gelen post apokaliptik vizyonlarına evrileceğinin sinyalleri verilmişti. Daha doğrudan bir tabirle; önce Kyle Reese, sonrasında da T-800 tarafından anlatılan gelecek öykülerinde gerçek zamanlı olarak neler olup bittiğini öğrenme fırsatımız olacağına işaret ederek, yepyeni bir seriye kapı aralamıştı. Yani en azından yapımcılar bizi böyle bir dümen ile uyutmayı tercih etmişlerdi.