Terminator: Salvation – Biraz Demode mi Kaldık Johnny?

2009 yılında, 6 yıllık bir karar sürecinin ardından serinin yeni üçlemesine start verecek ilk halka olma iddiasıyla sinema salonlarına kafalama dalan Terminator: Salvation’ın daha ilk sahnesinden çıkardığımız sonuç ise; filmin sadece sinemasal anlamda değil; manevi anlamda da “sonun başlangıcı” olarak nitelendirilebileceğiydi. Artık bir aksiyon yıldızı olarak rüştünü  ıspatlama gereği duymayan Christian Bale’in; adeta büyük bir keyifsizlik ve zevksizlikle canlandırdığı John Connor’ı perdede gördüğümüz her saniye acı çekiyor; çocukluk kahramanlarımızdan biri olan Kyle Reese’i, Anton Yelchin gibi çiroz bir herifin suretine bir türlü konduramıyorduk. Bütün bu metal fırtınasının içerisinde, sempati besleyebileceğimiz tek figür; filmin ardından seri bir biçimde aksiyon yıldızlığına soyunan Sam Worthington’un Marcus karakteri olmuştu desek ve akabinde sizlere sorsak: “Kaçınız bu filmde Bryce Dallas Howard ya da Helena Bonham Carter’ın neye benzediğini gerçekten hatırlıyor?”

salvation4

Bu türden özensizliklerin ve sadece marka değeriyle kısa süreli bir “box office zirveye kapaklanma” projesi olmanın getirdiği paçozluklar, serinin en yeni üçlemesinin ruhuna, daha doğmadan rahmet okutmaya yetmişti. Bu sebeple; 2008 yılında ekranlara gelmeye başlayan Sarah Connor Chronicles sayesinde yaşayan evren olma yolunda tüm açıklarını kapatarak, hakkında pek çok yeni bilgiye ulaştığımız “yeni üçleme” daha ilk halkasıyla birlikte gişede gömüldü. Başarısız bir Terminator filmi olmasına rağmen, başarılı bir Oakley reklamı değerlendirilmesi elzem olan Salvation; nihayetinde Cameron’un, ikinci filmin introsunda kullandığı, çarpıcı ve alabildiğine karanlık vizyonlara ev sahipliği yapan kıyamet sonrası konseptiyle alakası olmayan; daha ziyade Transformers’ın çektiği, pahalı robot halayında mendil sallamaya özenen bir dünya tasviri sunarak da, türün meraklılarına fenalıklar getirtmişti.

Marcus’un “Ben Neyim?” Sendromu

Serinin dost robotu Marcus’un, yeni teknofobik yaklaşımlar açısından ağabeylerinden çok önemli bir farkı olduğunu söylemek pek mümkün değil… Başından beri salt pozitif teknofobik gevelemelere prim vermeyen ve Blade Runner’dan The Matrix’e kadar; insan ve makine ilişkisinin kaçınılmaz bir işbirliği ile perçinlenmesi gerektiğini savunan “Asimovesk” tutumun en belirgin hissedildiği serilerden biri olan Terminator’ün aradan geçen zaman rağmen bu söyleminde herhangi bir değişiklik yok. Zaten seri; 1984 tarihli ilk halkasından bu yana söylemini değiştirmediği gibi, insan – makine işbirliği konusuna da yeni bir fikir getirmeye gerek duymuyor. Brancado ve Ferris, 90’lı yılların sonunda, bilimkurgusal anlatılara eklemlenmiş olan yeni fikirlere prim vermek yerine, üzerine oturdukları metal yığınının çöplerini karıştırmayı hatta pek çok detayı, öncüllerinde olduğu gibi kullanmayı uygun bulmuş.

salvation2

Yani karşımızda yine, emsaline rastladıkça başımızı hafifçe sızlatan bir insan – makine işbirliği var. Bu işbirliğini, insan direnişinin lideri olacak John Connor’u koruma görevini, insanlar tarafından yeniden programlanan T-800’ün sırtına yükleyerek iki filmde de belirgin hale getiren serinin son kurtarıcı figürü de Marcus… Alien cenahından alışık olduğumuz bir “makine olduğunun farkına varmayan ileri düzey bilinçli sibernetik organizma” klişesini işleten Ferris ve Brancato ikilisinin; benzer detayda bir öyküyü Connor ve Reese üzerinden işletmemiş olması büyük bir handikap. Christian Bale gibi bir oyuncudan, standartları gıdıklama derdi olmayan bir aksiyon yıldızı yaratmanın ötesine gitmeyen McG’nin; serinin iki ana karakterini de (Connor ve Reese) geri plana iterek; Marcus üzerinden bir uyanış öyküsüne abanmasının iki sebebi olabilir. Ya yapımcılar filme gereğinden fazla güvenerek, kartlarını devam filmlerinde açmayı düşündüler; ya da Ferris, Brancato ve McG’nin liderliğindeki yapım ekibinin amacı el birliğiyle bu seriyi batırmaktı!

Bu yazı, "Terminator Filmleri Yazı Dizisi" adlı yazı dizimizin bir parçasıdır.

Yorumlar