The Fly: Sinek Küçüktür Ama Mide Bulandırır

David Cronenberg, tutucu Amerikan sinemasına sızmayı başarmış az sayıdaki yönetmenlerden biridir. Bilindiği üzere bir pazarlama stratejisi olarak kategorizasyona haddinden fazla önem veren Hollywood, Cronenberg sinemasına da “korku/bilimkurgu” etiketi yapıştırmakta gecikmemiştir; ancak Cronenberg’in stili, söz konusu türleri tanımlayan anlatı modeline pek sığmaz. Uzun uzadıya süren cümbüşlü kovalamaca sahneleri, izleyici bir anda yerinden hoplatmaya yönelik çekim teknikleri ya da filmin üzerine inşa edildiği o meşhur “büyük sırrın” yavaş yavaş ifşası gibi bilindik ve sıradan numaralar, Cronenberg sinemasında neredeyse hiç bulunmaz. Tüm bu iç sıkıcı yöntemlerden arınmış Cronenberg filmleri, genelde kontrolden çıkan teknolojinin de ivmesiyle bedensel ve psikolojik parçalanmaya sürüklenen bir ana karakter üzerinde yoğunlaşır.

Bir yeniden çevrim olan 1986 yapımı The Fly (Sinek) bu tanımlamayı en iyi yansıtan filmlerin başında gelir. Felsefecilerin ve sinema teorisyenlerinin teknoloji, beden ve Lacan’ın “ayna evresi” üzerine yazarken hâlâ gönderme yapmaktan büyük haz aldıkları bu film, ışınlama konusunda çalışmalar yapan bilim adamı Seth Brundle’ın yavaş ve sancılı dönüşümüne odaklanır. Kahramanımız, çalışmaları sonucunda ışınlama teknolojisini icat etmeyi başarır ve gazeteci Verenica Quaife’nin de huzurunda, kendisini bir kabinden diğerine ışınlayarak haklılığını kanıtlar. Ancak kimsenin bilmediği bir şey vardır: Bu ışınlama sırasında kabinde bir sinek bulunmaktadır ve Seth’inki ile küçük sineğimizin DNA’sı birbirine karışmıştır. Artık Seth, geri dönüşü olmayan bir mutasyon sürecine girer. Bu noktadan sonra izlediğimiz şey, Seth’in korkunç dönüşümü ve yok oluşudur.

fly1

Film, “sinek küçüktür ama mide bulandırır” sözünü onaylarcasına; küçücük bir sineğin, koskoca bir kurguda üstlendiği kilit görevi başarıyla aktarır. Kafkaeskliğin tavan yaptığı sahneleri, hafızalardan silinmeyen makyaj hünerleri ve elbette fazlasıyla rahatsız edici anlatımıyla The Fly, Cronenberg tarzının zirve noktasında bir iştir. Öte yandan film, konuya odaklanmayı güçlendiren izole mekânlarıyla da sarsıcılığını perçinler. Cronenberg filmlerinden aşina olduğumuz tüm o soğuk salonlar ve dış dünyanın hengâmesinden kopuk apartman daireleri, bu filmde de yine iş başındadır. Gündelik yaşamın neredeyse yok sayıldığı bu akvaryumvari habis ve tekinsiz mekânlar, izleyiciyi bir yandan sarıp sarmalarken, bir yandan da tarifsiz bir huzursuzluğa sürükler. Artık yavaş yavaş kendi bedenine dahi yabancılaşıp ucubeleşen bir karakterle karşı karşıyayızdır. Zaman karakterin aleyhine işlediği kadar, seyircinin de aleyhine işlemektedir ve kendimizi, onunla birlikte tiksindirici bir akışa saplanmaktan kurtaramayız.

fly2

Manzara böyleyken, insan ister istemez şu soruyu kendine sormaktan kaçamıyor:  “Nasıl oluyor da tüm sanatsal kodlarına ters düşen bu anlatım tarzı, popüler sinemanın beşiği sayılan Hollywood’un içine bu denli sızabilmiştir?” Aslında bu sorunun cevabı bizzat David Cronenberg’in kendi dehasında gizli. Çünkü yönetmenin anarşik beden felsefesine dayalı bu anlatım tarzı, zaten genel Hollywood izleyicisinin algı sınırlarını aşıyor. Fakat anlatımına serpiştirdiği ürkünç ve rahatsız edici görsel motifler, gerek korku ve gerekse de bilimkurgu türünün meraklılarını tatmin etmeye yetiyor da artıyor bile. Bu da Cronenberg’in, ana akım Amerikan sinemasında kendine bir yer edinebilmesini sağlıyor. Elbette bu yer, hiç de tekin bir yer değildir. Cronenberg, her zaman Hollywood’un “üvey çocuğu” olmuştur. Zira onun damarlarında dolaşan kan başkadır.

fly3

Kısacası The Fly; arabaya binmekten bile hoşlanmayan bir bilim adamını ışınlama makinesine sokacak kadar yaratıcı ve bir bedenin tiksinçliğe doğru uzanan bozunumunu ağır ağır işleyecek kadar ruh hastası oluşuyla, bilimkurgu/gerilim türünün 80’lerdeki en başarılı ve en kayda değer üretimlerinden biridir. Film, bu tarz sıra dışı anlatım tarzından hoşlananlar için adeta bir cevher. Ama her şeyden önemlisi, fizyolojik tanımı ve bütünlüğü kuşkusuzca benimsenen; baskın kültür ve ideolojinin sonsuz nesnel olasılıklar zemini üzerine çizdiği bir olgu olan “beden” konusunda, kafa kurcalayıcı çıkarsamalara teşvik eder niteliktedir. Film, öznenin malzemesi olarak algılayıp kabul ettiğimiz, sınırları, işlevleri ve cinsel kimliği net bir biçimde tanımlanmış bedenin yalnızca görsel bir imge mi, yoksa öznenin toplumsal dilin parçası olmasıyla biçimlenen bir figürü mü olduğu tartışmasına belki çığır açıcı felsefi bir yanıt vermiyor; fakat tüm bu curcunanın kaynağındaki bedeni parçalayarak dadaist tavrını açık etmekten de geri durmuyor.

fly4

Film, akademi üyelerinin gözüne bu denli karmaşık ve derinlikli temasından ziyade, Jeff Goldblum’a yapılan sinek makyajı ile girmiş ve bu dalda da Oscar ödülü almıştır.

Yorumlar