Tüm Duyular Kaybolduğunda Size Ne Kalır: Perfect Sense
“…Çünkü hayat devam eder. Aynen bu şekilde.”
Hayat etrafınızda devam edip giderken, size bahşedilmiş kısıtlı idrak yeteneğinizle yaşamı ve olup bitenleri kavramaya çalışma sürecinizde en çok hangi duyunuza güvenirsiniz? Görme duyunuza mı? İşitme duyunuza mı? Yoksa tat alma duyunuza mı? Hepsine mi? Hiçbirine mi? Belki de tıpkı benim gibi, hiçbir duyunuza güvenmeyip yalnızca zihninizdeki imgeleme, etrafınızda var olan gerçekliği kendi kendinize yarattığınıza inandığınız zamanlar olmuştur. Hatta belki de yaşamınızı bu düşünceyle götürüyorsunuzdur. Varoluşu sorgulayanlardansanız, işin bu kısmını da sıklıkla düşünmüşsünüzdür.
İnsan yaşama mücadelesini, hayatta kalma içgüdüsünü hangi noktaya kadar sürdürebilir? Gerçekliği duyularınızla algılamak sizin için çok elzem değilse bu soruya daha rahat yanıt verebilirsiniz ama insanı insan yapan şeyin, hayatta kalmanın esas amacının duyumsamak, beş duyuya birden bağımlı yaşamak demek olduğunu düşünenlerdenseniz, bu yazıya devam etmek ve bahsi geçen filmi seyretmek size rahatsızlık verebilir.
Perfect Sense (Yeryüzündeki Son Aşk), dünya üzerinde eşine rastlanmamış bir salgın hastalığın ilk belirtilerinin görüldüğü bir gelecekte geçer. Belirtilere göre, bazı insanlar bir anda geçmişlerindeki hüzün dolu anları, acı kayıplarını ve üzüntülerini anımsayıp öylece, oldukları yerde ağlamaya başlar ve hemen ardından koku alma duyuları yok olur. İlk karantinaya alınan insan incelenirken, dünyanın diğer köşelerinden de benzer vakaların haberleri gelmeye başlar. Yalnız yaşayan ve başarılı bir bilim insanı olan Susan (Eva Green) da böyle bir vakayı inceleyip laboratuvarından evine döndüğü bir gün, penceresinin baktığı sokakta bulunan bir restoranda çalışan şef Michael’la (Ewan McGregor) tanışır. Bu meşum hastalık gitgide tüm insanlığa yayılır ve duyu kayıpları, birbirinden farklı duygu patlamalarıyla kendini gösterirken onlar da birbirlerine âşık olurlar ve birbirlerini sevmeye devam edebilmeleri için kendi duyularından fazlasına sahip olmaları gerektiğini kısa zamanda anlarlar.
Danimarkalı senarist Kim Fupz Aakeson tarafından yazılan ve İngiliz yönetmen David Mackenzie tarafından yönetilen İngiltere, Danimarka, İsveç ve İrlanda ortak yapımı bu film, başrol oyuncularının (özellikle Eva Green’in) mükemmel performanslarıyla göz dolduruyor. Tüm dünyaya yayılan salgın hastalığa dair farklı insan manzaraları, Glasgow, Mexico City ve Kenya gibi, dünyanın birbirinden çok farklı bölgelerinde çekilen etkileyici sahnelerle veriliyor. Duyularını birer birer kaybeden insanların, her şeye rağmen yaşamaya devam etme isteklerinin ve en akıl almaz durumlara bile alışır hale gelmelerinin dehşet verici manzarası, anlatıcının duygusuz ses tonuyla seyirciyle paylaştığı gerçeklerle daha da yüze çarpar bir hale geliyor.
Distopik gelecek tasvirlerinin aslında bizlere çok uzak olmadığını anlamaya başladığımız şu günlerde, salgın bir hastalık gerçeğinden bağımsız olarak benzer durumları her gün tecrübe ediyor oluşumuz aslında bu filmi de bize fazla yabancı kılmayacaktır. Büyük şehirlerde her sabah, uyku mahmuru halimizle kısmen görme duyumuzu, türlü kokularla kaplı toplu taşıma araçları içinde koku duyumuzu, tatsız sabah poğaçalarıyla tat alma duyumuzu, dört bir yanda yükselen inşaatların ve trafiğin gürültüsüyle işitme duyumuzu kaybederek yaşamaya çalışmak, salgın hastalığın vurduğu bir dünyada yaşamaktan çok mu farklı? Kapanışı karamsar bir şekilde yapmak istemezdim ama bence arada pek bir fark yok.
Ama içimizdeki bu çılgınca yaşama dürtüsü sayesinde devam edebildiğimiz de bir gerçek. Öyleyse yaşamın zorlu koşullarını biraz daha çekilir kılmaya, okumaya, seyretmeye ve merak etmeye devam edelim bence.
Keyifli seyirler.