Videodrome: Çok Yaşa Yeni Et!
Videodrome, tüm Cronenberg figürlerini bir araya getiren ve bunları aynı kurgu içinde harmanlayan yapısıyla, yönetmenin filmografisinde bambaşka bir yere sahiptir. Karın bölgesinde beliren vajinal açıklıklar, bu açıklıktan sokulan video kasetler, köpüren bedenler, cinsellik, seks, sanal gerçeklik ve medya analojileri, şiddet ve korku… Ancak bu noktada hemen belirtmek gerekir ki yaygın bir kanaatin aksine Cronenberg filmleri, temel anlatı yapıları itibariyle izleyiciyi korkutma üzerine kurulu değillerdir; fakat sergiledikleri gerçeküstü beden imgeleri onları ister istemez korkunç kılar. Aslına bakacak olursanız bu Cronenberg’in de çözmeye çalıştığı bir anlatı sorunudur ve her filminde değişik anlatı yöntemleri deniyor oluşunun da asıl nedenidir. Cronenberg, filmlerine serpiştirdiği ‘sapkın beden’ felsefesine karşı ne yapsa üstesinden gelemediği bir karamsarlığa sahiptir.
Örneğin birkaç istisna haricinde tüm Cronenberg kahramanları, artık içinde bulundukları duruma daha fazla dayanamayıp intiharı seçerler. Videodrome’da da bir örneğini gördüğümüz üzere, bir yandan en büyük hazzın bedensel sınırlamalardan arınış olduğu vurgusu yapılırken; bir yandan da ortaya çıkan bu yeni beden imgesi, eninde sonunda toplumda yeri olmayan ve ortadan kaldırılması gereken bir canavar konumuna bürünür. Şahsi fikrime göre ortaya çıkan bu durumun nedeni, gerçekçi sinema dilinin; Cronenberg’in işlemeye çalıştığı us-beden ve ben-öteki karşıtlıklarını yok sayan gerçeküstü bir bedensel varoluşu anlatımlandıramamasıdır. Yönetmen bu sorunu çözebilmek adına, filmlerinin zaman-mekan sürekliliğini kasten bozmayı yeğleyebilmektedir. Tıpkı Videodrome’da olduğu gibi!
Videodrome’un son 40 dakikası, neyin gerçek neyin sanrı olduğu belli olmayan ve bu durumunda giderek belirsizlikler tufanına dönüştüğü bir olaylar zinciri şeklinde cereyan eder. Sonlara doğru sırrını yavaş yavaş ifşa eden filmlere alışkın geniş izleyici kitlesi, Vıdeodrome’un bu kroşesi karşısında neye uğradığını şaşırır. Sinema ve medya araştırmalarıyla bilinen Profesör Scott Bukatman, bu anlatı tarzını William S. Burroughs’un aklına gelenleri herhangi bir zaman-mekan gözetmeksizin yazışına benzetip “cut-up yöntemi” diye tanımlıyor. “Cut-up”, etin akla karşı çıkışı gibi; sözcüklerin ve tümcelerin alışılagelmiş gerçekçiliğe ve bunu sağlayan çizgiselliğe bir çeşit başkaldırışıdır. Nasıl ki bir beden olarak “yazı”, tutarlı bir uzam içinde gelişen olayları çizgisel bir açılımla “özdemek” yerine bir dizi anlam bütünlüğünü birbirine eklemleyerek kolajlıyorsa; Cronenberg’in Videodrome’u da finalinde aynı yöntemi kullanıyor. Yazıya nokta koymadan önce şu önemli uyarı da vermek gerek: Yapım, Cronenberg’in kendine özgü o habis dünyasına dalışa geçmek isteyenler için, pek de doğru bir başlangıç noktası değil. Zira işin sonunda “dalayım derken” boğulmak da var!